16 Ağustos 2011 Salı

Yakında~


Merhaba, selamlar, bonjour, hello falan!
Bilmem siz okur musunuz veya okuyacak mısınız ama bir hikaye üzerinde çalışıyorum. The Pierces grubunun Secret isimli şarkısından ilham aldım galiba. Bu şarkıyı iki senedir falan dinliyorum, ilham hep kapıdaydı ama yazmak bugüne kısmetmiş. Tabii cidden devam eder miyim onu da bilmiyorum. Hikaye tamamlanmasa da benim favori bir cümlemi yayınlayacağım. Tabii kaç kişi okur onu da bilemem, ha ha!
Bu kısa yazıma, hikayeden ufacık bir parçayla son veriyorum. Sonra görüşmek üzere...


Fakat bir şey söyleyebilirim ki, iki kişinin bildiği sır değildir. Ama bir dakika, zaten böyle bir söz vardı, değil mi? Şu ana kadar yaşadığım inanılmaz tehlikeli tecrübelere dayanarak bu sözü “Üç kişinin bildiği sır değildir!” şekline dönüştürüyorum. Çünkü öyle sırlar vardır ki, birine vermesi ayrı bir tehlike, içinde kalması da apayrı bir yıkımdır.


14 Ağustos 2011 Pazar

Esra Ceyda Kardeşler Yardım Fonu Oluşturdu



Reklamlardan ve sosyal medyadan renkli kişilikleri ile tanıdığımız Esra ve Ceyda kardeşler (nam-ı diğer Cicişler), bu sefer partilerin değişmeyen cipsi Ruffles’ın yeni çıkardığı Burger King tadındaki ürünü için kamera karşısına geçti. Çılgın bir parti ve koşturmaca içinde başlayan hikaye bizi bazı seçim ve yollara sürüklüyor. Senaryo gereği yanımızda para olmadığından otostop çekmeye başlıyoruz ve kendimizi birden Esra ile Ceyda’nın otomobilinde yardım isteyen bir otostopçu olarak buluyoruz… İşte Esra ve Ceyda’nın gençlere yardım ettiği enteresan hikayenin en ilginç bölümü aşağıda, seçimleri yaparak hikayenin devamını izleyebilirsiniz…

İşin en eğlenceli kısmı, Esra ve Ceyda kardeşler ile konuşabiliyor olmamız… Cep telefonumuzu verdiğimiz anda Esra ve Ceyda kardeşler bizi arıyorlar ve şanslıysak yardım etmek için cebimize 60 dakika ve 100 mb internet paketi yolluyorlar.

Ayrıca numarayı geri aradığımızda Esra ile Ceyda’nın komik ve bir o kadar enteresan muhabbetlerini dinliyoruz. Üstelik her aramada başka bir muhabbet çıkması da ayrı bir güzellik olmuş…

Benden de size bir kolaylık: Oyuna en kestirmeden bu linkten ulaşabilirsiniz http://www.facebook.com/rufflesturkiye


Bir bumads advertorial içeriğidir.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Homecoming



GÜLÜMSEYELİM! PEYNİİİİİİİİRRR!



Eveet, gülümseyelim çünkü Sosisli Pasta geri döndü, hem de yeni görünümü ve Natalie Portman'ıyla. (Natalie promosyon sadece tabii.)
Aslında yeni görünüm sadece arka plan ve yazı renkleri oldu. Geri kalanı değiştirmeye çok fazla üşendim, yalan söylemiyorum, evet üşendim.
Uzun zamandır yazı yayınlayamadım, yayınlamadım. Bilmiyorum, araya yaz girdi, tatil girdi, bir şey oldu. "Blogcular yazın da çalışır" demeyin, cidden çalışamadım eheh.
Sonradan bir karara vardım; artık böyle abuk subuk eleştiri yazıları yazacağıma, kısa öykülerimi sizlerle paylaşsam çok daha iyi olur sanırım. (TABİİ BİRİSİ OKURSA, HAH.)
Yazdığım kısa hikayelerden biri bu ay "Gölge E-dergi" ismindeki dergide yayınlanacak. Yayınlanır yayınlanmaz burada paylaşacağım zaten.
Şimdilik bu kadar! Hikayelerimi bekleyin, çok yakında! Hihu.

16 Mart 2011 Çarşamba

Kayıp Adisyon

Bazen şöyle bir düşünüyorum da, ilk buluşmalarda veya birlikte gidilen yemeklerde hesabı neden biz ödemek zorundayız? Bu bir gelenek mi yani, taa eskilerden gelen? Eğer bir gelenekse de, bunu gayet saçma bulduğumu belirtmek istiyorum. Zira ülkede ekonomik kriz var canım, belki bende de var yani, nereden biliyorsun?

Paragöz kızları hiçbir zaman sevmemişimdir. İlk buluşmalarda sürekli “Ay şuraya gidelim, yok yok Çin lokantasına gidelim. Ayy olmadı Four Seasons’a gidelim…” diye dırdır yaparlar ama hangi kız buluşmaya giderken,yanına yüklü bir miktarda para alıyor? Bence hiçbir kız. Aldıkları da anca 20 lira falandır yani, o kadar. İlle erkek ödeyecek hesabı, ödemezse fakirdir veya cimridir, hemen ayrılma durumlarına geçilir. Ya yanına para almayı unuttuysa? Ya babası “yok sana para mara siktir git!” dediyse. Ya ailesinde geçim darlığı varsa? Ama yoook, hanımefendi bunları aklına getiremez. Öyle bir işlemiş ki beynine –daha doğrusu tüm kızların beyinlerine- erkek ya ödeyecek, ya ödeyecek. Ya seve seve, ya da si… Neyse işte gözlerini bürümüş yani hesap konusu.

Geçenlerde arkadaşlarla bir restorana gittik. İsmini hatırlamıyorum şimdi –aslında hatırlıyorum da boş verin- ama fena bir yer değildi. Aslında gençler çok fazla gelmiyordu. Ya çiftler ya da yalnız takılan, evde kalmış bayanlar geliyordu.

Biz de kaderimize razı olduk, sipariş falan verdik işte. Garsonların da bazıları kız, aman aman ne şeker şeyler öyle. Giymişler gömleklerini, takmışlar papyonlarını, saçları da toplu falan. Yani bence çok sempatik olmuşlar. Hep erkek garson mu olacak canım, ne o öyle? Çok beğendim ben bu uygulamayı.

Üç kişiydik, içimizden birisi apar topar gitmek zorunda kaldı. Neymiş efendim, sevgilisiyle randevusunu unutmuş; sevgilisi de unuttu diye bunu bir güzel haşladı telefonda. Ama kız nasıl bağırıyor var ya, sanki tecavüz ediyorlar veya Fatmagül’e yanı başında tecavüz ediyorlar, birazdan sıra ona gelecek. Telefonla arkadaşımız konuşmasına rağmen, biz bile duyduk yani, feryat figan gidiyor kız.

O da gidince, biz de kaldığımız yerden yemeklerimizi yemeğe devam ettik. Zaten sessiz olan restoran, kapının açılmasıyla birden sessizliği bölündü ve tüm gözler kapıya yöneldi: Bir kız, yanında da uzun boylu bir erkek. Aaa, bu kızı tanıyordum. Ortaokuldan. Aynı sınıfta değildik ama konuşmuşluğumuz vardı.

O da beni gördü uzaktan, el sıkıştık, “Aaa nerelerdesin, yüzünü gören cennetlik vallahi!” gibilerinden, altın günü teyzelerine yaraşır şeklinde hasret seansını da bitirdikten sonra, benim yanımdaki arkadaşım da kendi hesabını ödeyip kalkmak zorunda kaldı. Ben kaldım mı orada tek başıma? Beni piç bırakanlar utansın diyerekten, başladım kös kös oturmaya ama canım da nasıl sıkılıyor. Yeni gelen çift de yan masama oturdu, fark edilmemek için telefonla oynuyorum, birkaç kere kulağıma götürüyorum sonra duyulacak kadar kuvvetli bir sesle “cık” diyip telefonu sertçe masaya bırakıyorum. Birini arıyormuşum da meşgul çalıyormuş havası vermek amacım.

Herhalde yiyişmeye ara vermiş olacaklar ki, kız yalnız oturduğumu fark etti. Kızın da ismini hatırlayamıyorum yalnız, 1 tonluk fil beynimi sikmiş herhalde. Ortaokulda o kadar cilveleşiyorduk, şimdi koca kazıklar olduk ama yine de aklıma bir türlü gelmiyor. Gerçi yanlış anlamayın, cilveleşmiyorduk yanlış anlamayın; başka bir deyişle, sadece arkadaştık, eheh. Kanka ayağı göt ayağıdır diyorlar ama, hiç öyle bir şey olmadı yani, güzel güzel kanka olarak takılmıştık biz. Gerçi o kankalıktan eser kalmamış, bugün onu anladım da neyse.

“Aaa Batu,” diyerek laf attı kız. “Arkadaşların gitmiş!”

Hadi canım? Valla mı? Yemin et? Ben de tuvalete gittiklerini falan sanıyordum ya. Ne saf kız yemin ediyorum, eskiden de böyleydi bu. Yanındaki çocuk da çok fazla kazma yani. Saftirik kız ve kazık sevgilisi. Güzel bir roman konusu olur sanki.

Gülümseyerek döndüm. Kazma da bana bakıyordu. Hakikatten kazma gibi çocuk yaa, suratına böyle iki tane çarpasım geldi ne alakaysa. Bağlamış boynuna bir fular, giymiş renkli bir kazak kış gününde. Metro seksüel midir nedir anlamadım ama hakikatten kazma yani. Saçlarını da maşalamış gibi, bir yanı kıvır kıvır bir yanı da düz. Tırnaklarını görebilsem, Allah bilir onlar da manikür pedikürlüdür. Nerden bulmuş bizim saf kız bunu bilmem ki. Ben de şuna saf kız demeyeyim bari, Safinaz olsun ismi. İsmi valla aklıma gelmiyor ya, n’apiyim.

“Evet ya, gittiler” diyerek kocaman gülümsedim. Sonra da hızlıca masalarına göz attım. Henüz bomboştu, oh iyi. Benimkinde mezeler, kirli peçeteler falan vardı.

“Eee madem yalnız kaldın, gel bizle takıl” demez mi Safinaz. Dumur oldum yani o anda. Safinaz ve kazma sevgilisinin arasına girip onlarla oturacaktım, öyle mi? Yok artık, hangi kız eski bir arkadaşı uğruna sevgilisini satar ki? Ama Safinaz satıyormuş demek ki. Onun için sorun olmayabilir belki de, ben hangi sıfatla o masada oturacağım ki? Hem ben rahatsız olurum zaten öyle şeylerden, kasılırım, terlerim, mideme kramp girer. Hiç muhabbetim olmayan bir insanla iletişim kuramama gibi kötü bir huyum vardır zaten.

“Hadi gel gel, çekinme n’olacak!”

Bu kadar ısrar edince, utana sıkıla yanlarına gittim ama nereye oturacaktım? Kazmanın yanına mı? Yoksa Safinaz’ın mı? Haha hadi bakalım Batuhan, iyi bok yedin ne yapacaksın şimdi. Sıçtıcaferbezgetir.com yani.

Neyse sonra endişelenecek bir durum kalmadı, kazma bana yer açtı yani ayağa kalktı ve cam kenarına geçtim. Onunla aramda bir sandalye vardı ve mutluydum. Sonra bunlar yemek sipariş ettiler, üstüne üstlük bana bile teklif ettiler. Daha doğrusu Safinaz etti, kazma hiç konuşmuyordu. Belli ki benden rahatsız olmuştu ve buradan ayrıldıklarında Safinaz’a demediğini bırakmayacaktı. Aman, bana ne. Gerçi şu ana kadar yemediğim bok kalmamıştı ama sanırım yuva da yıkacaktım sonunda. Amaaan niye yıkayım ki canım, taciz mi ettim Safinaz’a? Yoo. Kötü bir şey mi söyledim, hayır. Sadece, romantik dakikalar geçirileceği düşünülen bir öğle yemeğini bozan eski bir dostum işte, o kadar yani.

Bunlar birkaç dakika konuştu, ben de kadehteki suyla falan oynadım. Sonra konu bizim ortaokul günlerinden açıldı. İşte hocalardan, arkadaşlardan ve derslerin yoğunluğundan konuştuk. Sonra da unutamadığımız komik anları paylaştık. Nasıl iyi anlaşıyoruz Safinaz’la var ya, uzaktan bakan birisi bizi sevgili, kazmayı da ikimizden birinin kardeşi sanır yani. Kazma da çatır çatır çatlıyor kıskançlığından, biliyorum ama sanırım o da benim gibi biraz pısırık, ağzını açamıyor. Veya fazla utangaç.

Yemeklerini bitirdi bunlar, sıra tatlıya geldi. Kazma dediğim çocuk da iki porsiyon tatlı yedi, öh dedim yani hayvana bak. Şişman falan da değil yani, hatta atletik bile sanırım. Anormal bir midesi var herhalde. Yiyor içiyor, tuvalete bile gitmedi herif. Neresine gidiyor yiyecekler anlamadım ki. Safinaz bile iki kere lavaboya gitti ama iki dakikada geldi. Herhalde sadece işiyor veya PMS döneminde. Bence kesin PMS’de çünkü belli aralıklarla gitti. Yanına çantasını da alıyor. Amaan neyse ne.

Tatlılar da bittikten sonra, Safinaz sıkılmış olacak ki, kem küm etti ve kazmaya bir şeyler fısıldadı. Sonra da “Uff sıkıldım kalkalım mı?” dedi. Benim için hava hoştu zaten, hemen şimdi bile arkama bakmadan kaçabilirdim buradan. Ama ne olursa olsun Safinaz’ı severdim, iyi kızdı. Biraz kazma birine gönül vermiş ama olsun.

Şimdi de sıra hesap ödemeye gelmişti. Ha ha, tam da “hesabı erkek mi ödemeli” diye düşünürken böyle bir olaya şahit olacaktım. Hadi bakalım kazma efendi, ne yapacaksın acaba? Ben söyleyeyim, çatır çatır ödeyecek hesabı ve çatır çatır Safinaz’ın gözüne girecek. Aman, bilmez miyim ben böylelerini. Sessizlerden korkacaksın zaten. İçten pazarlıklı biri bence kazma, cüzdanı kabarık.

Tam da düşündüğüm gibi, elini cebine götürdü ama sonra da gözlerini masanın üzerinde gezdirdi. “Adisyon nerede?”

Böyle deyince, Safinaz’ın yüzündeki minik gülümsemeyi görmemek için kör ya da salak olmak falan gerekirdi herhalde. Kız biraz daha tutamasa kendini, kahkaha atacaktı. Ama sevgilisi de deli gibi adisyonu arıyordu bu sırada. Gerçi ben de gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Koca adisyon kaybolmuş, ha ha falan.

Üç kişi kayıp adisyonu bulamadık, daha sonra garsonu çağırıp tekrar istedik. Adisyon değil de, direk hesabı çıkarttı. Kazma şöyle bir baktı, yüzü düştü gibi oldu sanki. Ah, kim bilir kaç para tutmuştu. Ben de orada durmuş onları izleyerek eğleniyordum yalnız.

Safinaz’ın hesap ödemeyeceğini adım gibi biliyordum, emindim, hatta bahse bile girerdim. Fakat bu ilk başlarda geçerliydi.

“Eee şey, yanımda… Çok… Çok fazla para yok hayatım.”

Aaa-aa! Ahahahahaaa! N’ooldu kazma n’oolduu çok güveniyodun kendine? Aman saçmalama ne yaptı ki çocuk ne zaman güvendi. Ama tam da bahsettiğim gibi, işte bir erkek hesabı ödeyemeyecek. Çok normal bir durum yani, Safinaz’ın hiç şaşırmaması veya yadırgamaması gerek.

Ama maalesef, artık bir gelenek olmuş hesabı erkeğin ödemesi. Çok ciddiyim yani. Hep şu mantık dolaşıyor ortalıkta: Erkek zengindir, her zaman yanında para bulunur ve hesap ödemek için doğmuştur. Hiçbir şekilde kıza, hesabı ödetmemelidir. İnsanlık halidir yani, para bulunamaz mı yanımızda? Hay sizin anlayışınıza ben…

“Eee şey, ben…” diye başladım cüzdanımı aranıp ama Safinaz hemen yetişti imdadımıza. Elbette niyetim hesaba katkıda bulunmak değildi, sadece teklif etmiş olmak için öyle dedim. Oooldu canım, millet yiyecek içecek üstüne üstlük tatlıları götürecek, ben de Mahmut Hoca yufka yürekliliği ve fedakarlığı misali, hesaplarını ödeyeceğim öyle mi? Pışııık yağlı kaşık diyerek konuyu kapatıyorum.

Saficiğim çıkardı kredi kartını, çat çat verdi garsona ve iki dakika sonra geri döndü garson post cihazıyla. Sonra da takır takır şifresini girdi ve ödendi işte hesap. Bu kadar basit abi, niye sorun yapıyor kızlar hala anlamıyorum. Tamam şu anda dışarıdan bakan birine çok garip hatta çok ayıp görünmüş olabilir Safinaz’ın hesabı ödemesi. Ama benim için gayet normal bir durum. Parası bitmiş işte sevgilisinin, ödeyiversin. Hem zengindi Safinazlar, biliyorum ben. Liseyi de özel okulda okumuştu.

Kazma çok ısrar etti paranın yarısını Safinaz’a vermek için. Ama bence yanlıştı. Tamam ne olursa olsun, ödemiş de olsa yine de kıza resmen fakir muamelesi yaptı.

Birlikte çıktık restorandan, kazmayla da iyi anlaşmaya başladım, iyi çocukmuş aslında. Ama Safinaz’la daha bir iyi anlaştım sanki. Çaktırmadan telefon numaramı istedi. Sonra değişik değişik baktı böyle, anaaam noluyo yaa! Eridim resmen. Uf saçmalama oğlum kızın sevgilisi var, aa manyağa bak.

Neyse sonuç olarak, HESABI HER ZAMAN BİZ ÖDEMEK ZORUNDA DEĞİLİZ!


NOT: Blogspot açılacakmış bu arada, mutluyuz huzurluyuz.

27 Şubat 2011 Pazar

Dizüstü Edebiyat Patlaması

Ben bir yazar değilim (ama olmak isterdim), bir eleştirmen de değilim. Ama yine de yazmak istiyorum.

Hepinizin bildiği gibi, bu Dizüstü Edebiyat tayfası, bu tür bloglardan ve Twitter’dan ünlü olmuş kişiler. Yani artık izleyicileri 1000 küsürü bulmuş, ellerinden öpülesice insanlar. Ben daha önce duymuş muydum veya bloglarını biliyor muydum? Ne yalan söyleyeyim, hayır. İlk kitap PuCCa’nındı ve bir anda her yerde patladı. “Küçük Aptalın Büyük Dünyası, tüm kitapevlerinde!” falan diye. Ben de “PuCCa kim yea?” derken, bu kadar çok övülen bir kitabı okumamak olmaz dedim ve satın aldım. Alır almaz da bir sardı kitap beni. Yazındı zaten, hava sıcaktı ve yapacak bir şey yoktu. Ben de bütün gün yemedim içmedim bunu okudum. Çerez gibi geliyordu kitap. Derken 2 güne bitti.

Sonra, PuCCa’nın aslında bir blog yazarı olduğunu ve internetten ünlü olduğunu fark ettim. Zaten serinin adı da “Dizüstü Edebiyat”tı, adı üstündeydi. Blogunu dolaştım. Orada da en az kitaptaki kadar eğlendim. Sonra Twitter’ını buldum, takip ettim. O kadar çok sevmiştim ki PuCCa’yı, neredeyse aşık olacaktım. Kitapta anlattığı kadarıyla tavırları, hareketleri, esprileriyle neredeyse ideal bir bayandı. Kitap da çok başarılıydı ve gerçekten satın alınıp, kitaplığın en güzel köşesinde durmayı tamamen hak ediyordu. Herhangi bir aşk romanından çok farklıydı, ki PuCCa da aşk hayatını anlatıyordu. Gerek üslubu, gerekse özgün anlatımıyla benim gönlümü kazanmıştı. Ayrıca okurken o kadar gülüyorsunuz ki, kitabı bir kenara bırakıp yarım saat kahkaha atıp sonra tekrar dönüyorsunuz.

Pucca’dan sonra ikinci bir kitap daha çıkmıştı: Piç Güveysinden Hallice. Yazarı da samihazinses’di. Ne yalan söyleyeyim, onu da daha önce duymamış ve görmemiştim. “Pucca kadar eğlenir miyim ki?” diyerekten o yaz almadım kitabı. Kış geldi, kitap 5.baskısını falan çıkardı. Tabii bu sırada da Dizüstü Edebiyat başka kitaplar çıkartmaya da devam ediyordu. Onur Gökşen’in kitabı çıkmıştı mesela, onu tanıyordum neyse ki. Ama nedense onu da almak fırsat olmadı.

Sonra bir gün canım sıkıldı ve okuyacak kitap bulamadım. Ne zamandır da aklımdaydı Sami Hazinses’in kitabını satın almak. Gittim D&R’a, çat çat bakındım etrafa ama yok. YOK! Gittim sordum görevliye, piç de diyemiyorum kem küm ediyorum, utanıyorum. Kıza aynen şöyle demişim, ben de farkında değilim, arkadaşım söyledi.

“Pıcguveysndenhalice va mı?”

Neyse ki anlamış zeki görevli, ama maalesef kalmamış. Ben de aynı alışveriş merkezindeki başka kitapçıya gittim ve orada buldum. Nasıl sevindim nasıl. Gerçi biraz önyargıyla alıyordum, yine hep aynı düşünce vardı kafamda: “Pucca’daki kadar eğlenir miyim?”

Ama neden eğlenmeyecektim ki? Bu kitaplar neredeyse yok satıyordu ve bu kadar insan alıyorsa, kitap kesinlikle güzel olmalıydı.

Eve gelir gelmez kitaba başladım ve ertesi günün sonunda da bitirdim zaten. Yine çok eğlendim, yine çok güldüm. Kitabın sonları üzüyordu bile sizi. Börek seven ve kadınları çok daha fazla seven birisi samihazinses. İşi gücü bir kadınla sevişebilmek. Ama sonra işler sarpa sarıyor ve en yakın arkadaşı Müjgan’a aşık oluyor. Daha sonra… Aman, kitabı okumayan vardır belki spoiler vermeyeyim.

Ve şimdi de Pink Freud. Onu da neyse ki “Türkçe sözlü hafif batı kadını” olarak biliyordum ve Twitter’da da takipçisiydim zaten. Kitabının çıkmasına çok sevinmiştim. Kitabı da geçen gün aldım, hala okumaktayım, en az öbürleri kadar güzel kitap.

Peki, bu yazarlarımızın sırrı ne?

İnternette bu kadar popüler olmalarının nedeni ne?

Eh, sorduğunuzda hep aynı yanıtı alıyorsunuz:

“Ben yazıyorum, millet okuyor. Özel bir şey yapmıyorum.”


Genç/yaşlı fark etmeden bu kadar okunmalarının nedeni, elbette yazılarındaki o içtenlik, o samimiyetlik ve dobralık. Kitapların kapaklarında da yazdığı gibi:

Eğlenceli

Cesur

Gerçek

Dobra

Dümdüz

PuCCa sakarlıkları, ilişkileri ve küfürleriyle bizi güldürmeyi başarırken, Sami Hazinses (yani Aras Öztürk Çolak) ise hayata ve kadınlara olan yaklaşımıyla bizi derinden etkiliyor. Pink Freud’unki ise çok daha farklı: Dişi bir Freud. Gerek ilişkiler, gerek hayat olsun, düşünce tarzıyla gönüllerimizde taht kuruyor.

İnsan ister istemez imreniyor onlara. Çünkü onlar, normal bir yazardan çok farklılar. İnsan şöyle bir durup düşünüyor: “Böyle bir şey yapmak neden benim aklıma gelmedi?” “Ben de yazabilirdim!”

Taklit ediliyorlar, kıskanılıyorlar belki ama onlar sadece “yazarak” ve içlerinden geldiği için bu işi yapıyorlar. Yani aslında başarılarının da sırrı bu. Kimisi sevgilisinden intikam almak için, kimisi ekmek çıkarmak için, kimsi içini dökmek için… Yazıyorlar yani. Tek yaptıkları bu. Yazmayı da sevmek gerekiyor biraz.

Ben bu tayfanın arkasındayım ve izlerinden gidiyorum. PuCCa ve samihazinses okudum şu ana kadar. Pink Freud’u da şu anda okuyorum (okuma nedenimi daha sonraki postlarımda açıklayacağım). Keşke içlerinden biriyle tanışabilme veya imza günlerine gidebilme imkanım olsaydı. Kim bilir, belki olur bir gün.

24 Şubat 2011 Perşembe

Tadım yok tuzum var

Bugün o kadar değişik bir ruh hali içindeyim ki, tıpkı başlıkta belirttiğim gibi tadım yok, tuzum var. Oysaki sabah normal uyandım, kahvaltı ederken sakin, evden çıkınca agresif bir ruh halindeydim. Sonra toparlandım galiba ben de hatırlamıyorum. Ama öğlen eve döndüğümde bir uyuşukluk üzerimde; bir ağırlık. Sıkıntıdan bir ton yemek yedim, üzerine de zeytinyağlı yaprak sarma yedikten sonra, koca bir paket (yeni çıkmış bu çok fena bir çikolata) Karam yedim. Evet bunları sadece sıkıntıdan yaptım. Nedenini de bilmiyorum yalnız neden sıkıldığımın.

Ve sonradan fark ettim ki, kullanmayı hiç sevmediğim ve zaten genelde de kullanmadığım tuzu, bugün yemeklerime bolca serptim. Zevk aldım mı? Evet aldım galiba. Ama farkında değildim, sadece laf olsun torba dolsun diye ekledim tuzu. Başlık biraz da bu yüzden tuzla ilgili bir şey sanırım.

Öğleden sonra da sıkıntım devam etti ve Kanal D’yi açtım. Orada da Yaprak Dökümü vardı, düşünün artık oturup onu bile izledim sıkıntıdan. Arşivimde izlemediğim bir film vardı, Fame. Daha dün almıştım D&R’dan (ayıptır söylemesi 5 liraya, eheh). İzlemek istiyordum ama ona bile üşendim. Sonra aldım kumandayı elime, cak cak cak kanalları değiştirirken, elbette, artık bir fenomene dönüşmüş olan İzdivaç programlarından sadece bir tanesi denk geldi. Sanırım şu Sihirli Annem’deki Suzan’ın sunduğuydu. Ama görünürde, evlenmek isteyen herhangi bir yaşlı başlı teyze yoktu. Amca da yoktu. Sadece Semiha Yankı, çıkmış şarkı söylüyordu. Eurovision’a katıldığı seneyi elbette hatırlamıyorum ama, sen İzdivaç’a çıkacak kadın mıydın be Semiha Abla? Sen değil miydin, “Seninle bir dakika, umutlandırıyor beni. Bir dakika siliyor canım, yılların özleminiii” diyen. Aah ah, zaten 70lerde yaşamak varmış. Gerçi o şarkı 70 yılına ait değil ama neyse.

Sonra Kanal 7 denk geldi. Ana Sütü isimli, “gerçek kesit”imsi bir program. Köyün birine tayin olan iyilik meleği öğretmenimiz, maddi durumları düşük bir aileye yardım falan ediyordu. Bu ailede de yaşlı bir kadın vardı, kadının oğlu ve gelini. Gelin de öyle bir sürtük ki, aman allahım taş kalpli mübarek. O kadıncağıza ne biçim davranıyor yahu, bu ne cadalozluk? Kocası da saftirik, hiçbir şeyden haberi yok. Ulan o senin karın, belli ki nefret ediyor işte annenden, bir çaresini bulsana. Ama yoook bulmaz. Zaten şimdi ben gidicem programa, o iyilik meleği öğretmenle baş göz edicem adamı. Yaşlı kadına da acıdım ayrıca. O gelini olacak kaltak da allahından bulsun!!!!!

Zaten 4 kanaldan 2 tanesinde evlilik programı olduğundan, kapattım ben de TVyi. Taktım gözlüklerimi, aldım pcmi kucağıma, çak çak çak yazıyorum bunları. Gerçi yazarken ara ara sıkıldığım oldu ve televizyonu açtım. Bu sefer de Bizim Evin Halleri denk geldi. Bu dizi de 5845785.bölümünü yayınlıyordu en son bıraktığımda. Yalnız ne güzel konudan konuya atladım ha. Tamam, burada kesiyorum.

Bir de Nesquik mısır gevreği reklamına denk geldim. Ne kadar çok alırdım eskiden yahu. Şimdiki çocuklar şansız yemin ediyorum. Bizim zamanımızda, o sıralar gösterimde olan çizgi film/animasyon filmlerinin karakterlerinin oyuncakları veya ona benzer şeyler verirlerdi. Şimdi onlar da yok. Nesquik oyuncaklarımı hatırlıyorum da, iki koliydi sanırım. (Abartmış olabilirim) Şimdi bomboş o kutular, içinden sadece çikolatalı toplar çıkıyor. Gerçi yeni nesil, bilgisayarla, televizyonla falan büyüyor. Bizim zamanımızda öyle miydi beeh? İzlerdik Pokemon’umuzu, alırdık tasolarımızı çat çat köktürürdük. Okuldan gelince de Hugo ve Tolga Abi izledik mi, oohh mis. Bi de orada yarışmacı olmak için uğraşırdık ama bu pek denk gelmezdi.

Çok farklıydı ya her şey. Diziler, programlar, çizgi filmler, sinemalar… Her şey farklıydı. Barış Manço vardı bir kere. Bu sıralarda 7-8 yaşlarındaki çocuklara bakıyorum ve neredeyse acıyorum. Yaşamlarında çok az bir süre bile olsa, Barış Manço’yu mutlaka tanımaları gerekirdi. Ha tanımıyorlar mı? Elbette tanıyorlardır bir şekilde. Ama canlı görmek, konserlerine gitmek, programlarını izlemek… Çok daha farklı.

Ve şu anda da ne fark ettim biliyor musunuz? Ne güzel konudan konuya atlıyorum ben. Az önce ruh halimden bahsederken, 90lı yıllara falan gittim. Hmm işte bu da bir yetenek olmalı. Ama bir gün özel olarak yazacağım 90lı yıllarla ilgili eleştiriler.

Ayaklarım da nasıl üşüyor ama, öyle böyle değil. Biri kalksa dese: “Gel ayaklarını yıkayayım sıcacık suda” diye, valla billa “Oluuuur” derim o derece. Bilgisayarın sıcak kısmına koyacağım birazdan ayaklarımı ısınsın diye o derece yani.

Sonra Ana Sütü’ne geri döndüm. Bizim kaltak gelin terk etmiş kayınvalidesini, anasının yanına dönmüş pislik. Kocası tekmeyi basmış galiba dünya haritası kadar götüne. Neyse iyi de yapmış, bu salağı öldürmek lazım valla.

“O kadın evden gitmedikçe, o eve bir daha asla dönmem!” diye atarlanıyor karı. Anasının yerinde olsam iki tane çarparım ağzının ortasına. Aman sonra da fark ettim ki din içerikli öğütler falan veriyor. Kapattım gitti. Dinsiz imansız olduğumdan değil, sıkıldım diyelim biraz da.

TV ile uğraşıyorum diye seviniyordum ki, o öğlenki ruh halim geri dönüverdi. Telefonum da suskundu bugün zaten, kimse mesaj atmıyordu. Zaten bunları da yazarken şarj bitiyor, pooofff!!!! Şimdi kalkıp şarja takamaz mıyım? Tabii ki takarım ama üşeniyorum çok ehu ehu ehu. O yüzden burada bırakayım ben, gözüm de yoruldu.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Tanrı aşkına bir susun, azizim!

Bir üst komşularımız var ki, hiç sormayın. 3 tane çocukları var, üçü de erkek. Bi tanesi liseye gidiyor, ergen falan da değil ha, normal yani. Diğer iki tanesi ikiz, aman allahım, ne gürültü yapmak ne gürültü yapmak anlatamam!

Mesela geçen cumartesi günü, ev resmen sallandı. Duvarlar falan zangırdıyor böyle. Sonra durdum, usulca dinledim. Deprem falan oluyor sandım ama yukarıdan geliyormuş. Evin içinde koşturuyorlarmış veletler. Ama sanırsınız çocuk değil de bir düzine fil cirit atıyor yukarıda. İki tane çocuktan bu kadar mı çok ses çıkar ya?

Akşam oldu, saat de gece 11 falan böyle. Aldım elime Fahrenheit 451’imi, uzandım yatağıma okuyorum. 20 sayfa falan okuduktan sonra, eğer kitap beni sarmazsa hemen uykum gelir ve esnemeye başlarım. Ama ne esnemek! Gözlerimden yaşlar falan gelir yani o derece. Birisi görse “aa ağladın mı sen bakiym?” diyebilir.

11 buçuğa doğru, gündüz olan sarsıntı tekrar başladı. “Alllaahhh yıkılıyoruz” diyecektim ki, üst kattaki çocukların hoplayıp zıplamaları olduğunu hatırladım. Uykum da nasıl gelmiş işte, dokunsalar uyuyacağım.

Ondan sonra kalktım, pijamalarımı giydim, kitabın arasına kitap ayracını koydum ve gece lambamı da yattıktan sonra yatağa girdim. Eh, artık uyuyabilirdim ve gürültü de kesilmişti. Saat 12ye yaklaşıyordu.

Bir ara rüya gördüğümü hatırlıyorum. Böyle yemyeşil bir yerdeydim, tıpkı Harikalar Diyarı gibi. “Aaa ama bunun Alis’i nerede?” falan derken, yine o sallantıyı duydum.

Bu sefer gerçekten, deprem gibi geldi. Komodinimin üzerinde bulunan çalar saat bile zangırdadı, ses çıkardı yani. Ulan nasıl beceriyorlar böyle ses çıkarmayı? Bir tabur askeri bilmem kaç metre karelik apartman dairesine koyup zıplatsanız bu kadar ses çıkmaz yemin ediyorum. 100 kilo falan herhalde çocuklar.

Saate de bakmayı ihmal etmedim tabii: 1.35

sicticaferbezgetir.com

Saat 2yi biraz geçmekte ve gürültüler hala devam ediyor. Annemleri falan uyandırıp “off şunlara çıkıp bas bas bağıralım bee bu ne gürültü” falan diyesim geldi ama onlar da maaşallah horul horul uyuyorlar.

Saat 2 buçuk ve sesler devam ediyor. Ben de kalktım, kitap falan okuyorum ama bu böyle olmaz. Bu gecelik affettim, yani affettik ama yarın da gürültü ederlerse böyle olmayacak. Bu ne be, dingonun ahırı sanki yukarısı var ya. Yabancı birini getir, bizim eve koy, “Ahahaha bu ne be Laila buraya mı taşındı bu ne gürültü?” der yemin ediyorum. Gelen sesler de aynen şöyle:

“AHAHAHAHHAHAHAHAHAHAHAHHA HHAAA HAHA HAAAA HAAAA! VUUUHHHUUUUUU! NİHAHAHAHAA”

Kitap okurken uyuyakalmışım en sonunda, sabah uyandığımda ışığım açıktı, bütün gece de açık kalmış.

Ertesi gün de gürültüler devam etti. Birkaç kere duvara vurduk. Ama vurmanın tesiri 15 ya da bilemedin 20 dakika falan oluyordu. Canımıza tak etti tabii ki. Annem, çocukların annesiyle kanka olmasaydı eğer “onları bir güzel benzetirdim” diyor. Böyle düşünmene gerek yoktu anneciğiiimm, gayet de benzetebilirdin hani.

Neyse yine akşam oldu tabii. Ertesi gün de pazartesi ya, erken yatıyorum. Bu çocuklar tekrar başladılar laga luga yapmaya. Bu sefer öyyyylleeee bir sinirlendim kiiiiii, yani o kükreyişimi hiç unutmuyorum. Resmen dağlar yıkılırdı yahu.

“ARTIK KAPATIN ŞU ÇENENİZİİİİİİİİİ!!!!!!!!!!!!”

Sırf üsttekiler değil, aşağıdakiler, çaprazdakiler, ne bileyim onların üzerindekiler falan da duymuştur eminim. Ama çocuklar da öyle bir sustular ki anam, kendimi o sırada, aşırı gürültülü bir sınıfı susturmayı başaran çaresiz öğretmen gibi hissettim.

Sonra mışıl mışıl uyudum tabii. Bu dediklerim bir hafta önce gerçekleşti ve bir haftadır da çıt çıkmıyor bücürlerden. Eh, durun bakalım. Ya sonsuza kadar kapattım çenelerini, ya da etkisi 2-3 hafta sürecek.

20 Şubat 2011 Pazar

Dört Gözüm İşte Var mı ulen?

6.sınıftan beri gözlük kullanmama rağmen, şöyle kalkıp da “Amaan lensin alasını verseler, hatta Chanel lens falan olsa, yine de takmam arkadaş” diyebilirim. Yani aslında takarım ama, gözlüğün bana yakıştığını söyleyenler var.

Bir kere, gözlüklü insanlarda bir asalet oluyor. Ondan sonracıma, “inek” muamelesi görebiliyorsunuz ama bence “inek” lakabının size takılması, “hayvan, salak, at, camış” gibi lakapların takılmasından kat be kat iyidir.

Hem sonra, kalın siyah çerçeveli gözlükler gayet hoş duruyor böyle. Hani biraz “entel” havası veriyor bu da insanın hoşuna gidiyor. Ego denen şey tatmin oluyor herhalde o sırada?

Bir gün birisi bana “dörtgöz” demişti. Bu tabirden nefret etsem de, yine de duymak zorunda kaldığım için kulaklarıma lanet ediyordum. Sonra ben de bunu bana söyleyen kişinin karşısına geçtim ve gözlüklerimi çıkardım. O zaman da gümüş çerçeveli, anneanne gözlüğü gibi gözlüklerim vardı.

“Al, bah artık dört göz filan diyilimmm!”

Sonra, yine 7.sınıfta, defter kağıtlarını koparıp koparıp yuvarlak yapmıştık ve koridorda top oynuyorduk. Ben de öyle futbol seven bir tip falan değilimdir, ama kankamla oynuyorduk ve çok zevkli gelmişti.

Sonra çocuk bir hızla topu bir fırlattı ki anam, kafamın üzerinde yıldızları gördüm yemin ediyorum. Hem suratımın tam ortasına geldi o ağır şey, hem de gözlüğümü yere düşürdü. Ben de atarken napıyodum bilmiyorum, herhalde birilerini kesiyordum. Ama aşırı acımıştı. Neye uğradığımı şaşırmış, felç falan geldi sanmıştım.

Sonra bir baktım, benim o caanım, mavi çerçeveli gözlüğümün sağ camının köşesi çatlamış. Ahh içim nasıl yandı bir bilseniz. Çok fazla para bastırmamıştım gerçi, ucuzlukta almıştım ama olsun. Bir de cama at sineği konmuş gibi, her baktığım yerde feci bir parazit görüntü vardı.

Böyle 6 ay idare ettikten sonra, camları komple değiştirdim. Zaten numaram da biraz büyümüştü. Yeni camları taktıktan sonra “Hayııııırrr, at sineğini niye öldürdünüüzzz ben at sineğimi isteriiimmmm” diye sızlandığımı hatırlarım.

Sonra yaz geldi, güneş gözlerimi yakıyordu bense numaralı gözlükle dolaşıyordum. Millet D&G, Dior, Chanel gibi gözlüklerle gezerken, ben Levi’s numaralı gözlükle dolanıyordum ortalıkta. Güneşe de alerjim vardı zaten birkaç sene öncesine kadar. Sulanıyordu falan.

Neyse, birkaç sene sonra artık canıma tak etti ve güzel bir gözlükçüye gidip güzel bir güneş gözlüğü almaya karar verdim. Ama bir sorunum vardı: benim gözüm bozuktu yahu. Numarasız güneş gözlüğüyle etrafı nasıl görebilecektim ki? Lanet olsun, nasıl bozuldu bu lanet gözler falan derken, numaralı yaptırmaya karar verdik.

O da gayet güzel oldu hem. Hiç kimse fark etmiyor eheh. Camları biraz kalın ama olsun. Yine de ortalıkta elinde bir bastonla kör misali dolaşmak yerine onları takmak en iyisi sanırım.

Bu yaşımda bile (yaşımı biliyor musunuz bilmiyorum ahaha) bazen dört göz diyen oluyor ama ben yine eski taktiğimi kullanıp, gözlüklerimi çıkarıyorum ve “Bak dört göz değilim, fındıkkıran” diyorum. Sanırım en iyisi.

Ayrıca, gözlüklü olmayı da seviyorum. Boşver tak gitsiiin.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Markette Başınıza Gelebilecekler vol.1

Büyük uğraşlarla nihayet blogun tasarımını değiştirdiğimi müjdelemek isterim. Bu sefer siyah renk hakim oldu. Neyse konumuz bu değil.

Bugün yine markete gittim. Ama bu sefer gözlüksüz veya pejmürde bir halde değildim allahtan. Güzel güzel eşofmanlarımı giymiş, gözlüğümü de gözüme yerleştirmiştim. Bu seferki amacım, küçük şeylerden ziyade, dondurulmuş pizza filan almaktı. Özhan’ın biraz daha büyük versiyonu başka bir markete gidecektim.

Elim de boş ya, böyle bir hafif hissettim kendimi. Çünkü, okula ve dershaneye gittiğimden mutlaka o uğursuz sırt çantasını omzuma takıyorum. Bu sefer özgürdüm yihuu.

Evden çıktım ve dudaklarımı yemeye başladım: Aaah! Ama daha dün yenilenmişti bu deri, ne çabuk çıkmış ki? Maalesef küçüklüğümden gelen bir alışkanlığım, dudak yemek. Böyle canım sıkılsa veya yolda tek başıma yürüsem, ön dişlerim sürekli alt dudağımı kazar. Hal böyle olunca da ortaya garip, dişlek bir görüntü ortaya çıkar.

Markete girer girmez çılgın bir kalabalık karşıladı beni. Hep de bana denk geliyor böyle şeyler, şansıma tüküreyim. Ucuzluk mu varmış neymiş, millet toplamış çoluğu çocuğu doluşmuş markete. Ayrıca o kadar çok gürültü var ki kendi nefes alışımı duyamıyorum o derece. Bir yandan da cırtlak sesli bir görevli bağırıyor:

“Sadece bugüne özel Calgonit bulaşık deterjanı sadece 9.90 TL. Bizi takip etmeye devam edin. İyi alışverişler.”

Ne takip etmesi be, radyo musunuz siz? Neyse ben de zor attım kendimi abur cubur reyonuna. Ama oraları bile tıklım tıklım, ucuzluk varmış. Şimdiii gelelim fasulyenin faydalarınaa:

Kalabalık

Kalabalık her yerdedir ama marketlerde olunca bana bir afakanlar basıyor. Daralıyorum böyle, oraya yığılasım geliyor. Bu market de o kadar kalabalıktı ki, adım atılmıyordu. Gerçi bu ucuzluklar sadece belli saatlerde oluyormuş. Ben de tam o saatlere denk gelmişim yaa of!

Ürünü Satın Alamama

Almak istediğiniz ürünün reyonuna yöneldiğinizde, o kalabalık birden, sanki zihninizi okumuş gibi o reyona saldırır ve siz artık o reyona yaklaşamazsınız bile. Bu yüzden o ürünü unutun ve başka bahara saklayın.

Dedikoduya Maruz Kalma

Eğer annenize deterjan ya da sabun türü şeyler alacaksanız ve o gün, deterjanlarda indirim varsa, yaşlıların muhabbetlerine katlanmak zorunda kalabilirsiniz. Bu muhabbetler de,

“Ay baksana Şaziye karar veremedim, Cif mi iyi yoksa Tomostos mu?” şeklinde veya “Bak bak Aynur, bundan Nejla Hanım da almış, komşum. Ona da Saliha söylemiş, pek güzel yıkıyo bu ilaçlar tabakları” gibi olabilir. Ama bu zararsızdır, sadece gülümsemenize neden olur.

Ve bazen dedikodular, deterjan sohbetinin arasında kaynar:

“Ah bak Saliha dedim de, hiç sevmeyom o kadını. Neler neler dedi bana bir görsen…”

Yanınızdaki Görevli Anons Yaparsa…

Başlıktan da anlaşıldığı gibi, başınızda dikilen görevli, kablosuz mikrofonu çaktırmadan açar ve avazı çıktığı kadar, o cırtlak sesiyle mağazadaki yeni indirimlerden insanları haberdar eder. Fakat birden durursunuz ve “Noluyo lan?” şeklinde kadına bakarsınız. Veya adama. Ama genelde kızlar yapıyor.

Dudak Yeme

Alabildiğiniz kadar ürünü kucağınıza toplamışsınızdır ve en sonunda kasaya ulaşmışsınızdır. Kasa size, cankurtaran gibi gelebilir. Ama başı örtülü şişman bir bayan, sürekli kinder isteyen 5 çocuğunu zapt etmeye çalışmaktadır. Kadın da o kadar çok şey almıştır ki, barkodları okut okut bitmez. Siz de bu sırada dudaklarınızı kanatırcasına koparırsınız. Bazıları tırnak da yiyor ama o iğrenç bence.

Ve kasiyer…

Aldığınız ürünün barkodu, şu kırmızı ışığa tutunca okunmuyorsa, eyvah… Bittiniz. Öyle bir bakış atar ki, “Ne alıyon oğlum bunu sen, manyak mısın nesin dittir git!” diye algılarsınız siz onu. Sonra tırsarsınız ve “Ehe, şey, kalsın o zaman…” gibi şeyler kekelersiniz.

Bir de fikrinizi değiştirin. Eyvah. O zaman da iptal anahtarını soracak etrafa. “MÜJGAN HANIIIIIMMMM! ERKAAANN BEEEEEYYYYYY! İPTAAAAAALLLLL!” Öyle bir bağırıyorlar ki, bazı müşteriler indirim falan sanıp bakabiliyorlar. Tabii kulağınızın da ebesi dıttırılıyor.

Her zaman olduğu gibi, dışarı çıkar çıkmaz koccaman bir “ohhhh” çekiyorsunuz. Sanki az önce 40 km koşmuş beygir gibisiniz. Otobüste bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum.

İşte böylee. Bir de baktım bir pizza bir de kola almışım ala ala. Ama duruuun, daha bitmedi. Şimdilik son, ama markette başınıza gelebileceklerin listesi, bunlarla sınırlı değil. Beni izlemeye devam edin canlar!

15 Şubat 2011 Salı

Otobüste Altın Günü

Bazen düşünüyorum da, otobüs, metro gibi toplu taşıma araçları büyük nimet. Ama bazen kabusa dönüşebiliyor. Mesela geçenlerde, öğlen vakti metrodan inip, hemen ardından otobüse koşturdum. Hava da fena değil yani kış olmasına rağmen, güneşli falan. Güneşin altında uzun süre durun, sıcaklatıyor, ciddiyim.

Neyse kartı falan okuttum, bip bip öttü. Sonra gözlerimi devirerek içeri baktım: Aman Tanrım! Oh may gart! Pardon, gat!

Otobüs tıklım tıklım zaten, genci yaşlısı dışarı fırlamış. Millet kendine tutunacak bir yer bulmaya çalışıyor, bizim akıllı şoför de hala yolcu derdinde. Ben ilerledikçe “bip” sesleri çoğalıyor. Arkama da bakamıyorum ki. Ulan daha ne kadar alacaksın, kucak kucağa mı oturalım?

Boş koltuk yok zaten. Mümkün değil bulamazsınız. Ya koca g.tlü kadınlar, ya bacak kadar veletler ya da camiden dönen amcalar oturmuş. İyi tamam hoş da, niye burası sıcak bu kadar ya?

Zaten üzerimde kalın mont var, hava soğuk diye kalın giyindim. İçimde de kalın kazağımsı bir şey. E kaloriferler de öyle bir yanıyor ki anam, sanırsınız kıyamet koptu, tüm bu insanlarla birlikte mahşer günündesiniz ve cehenneme doğru adım adım gidiyorsunuz. Yani cehennem gibi sıcak, onu demek istiyorum size. Yanıyor yahu, yanıyor.

İnsanlar çoğaldıkça ben de bunalmaya başladım. İki tane hanım hanımcık teyzenin tepesinde dikilmeye başladım. Onların önündeki ikili koltuklarda da yine iki tane teyze vardı. Birliktelermiş meğer.

“Müyesserler nerde?” dedi cam kenarında oturan. Sonra öteki arkasını döndü ve “Amaan otobüslerle gitçeklermiş. Napalım yaaani gelin dedim kaç kere be. Ayşelere uğrayacak herhalde.”

Sonra gülüştüler falan. Ama otobüs hala durduğu yerde duruyordu ve ben hafiften sıcaklamaya başlamıştım. Zaten otobüslerde falan hemen terlerim, bu yüzden montumu hemen çıkartmalıydım ama nasıl? Uff kıpırdamaya veya adım atmaya yer yok ki. Ne biçim bi şöförsün sen bee insafsıızz.

Neyse en sonunda çalıştı otobüs ve birden hızlanıverdi. Ya yavaş gitsene kardeşim, ayakta durabilmek için şekilden şekle giriyorum burada. Teyzeler de tip tip bakıyorlar zaten. Şunlara bak yaa, utanmasalar örgü örecekler.

Canım sıkıldı, şöyle bir etrafıma bakındım vee…. O da ne?! Kapının önü öyle bir dolmuş ki, ama ne doluluk… O nasıl bir kalabalıktır ya?! Abi size yemin ediyorum, hepsi kadın. Çok ciddi ve samimiyim, hepsi kadın. Hepsi de 50lerini geçik. Orada durmuşlar, konuşuyorlar, dedikodu yapıyorlardı. Duyabildiğim kadarıyla, Nermin’in oğlu 2 ay içinde askere gidiyordu. Fakat Fatoş Hanımın kızı da biriyle görüşüyordu –sevgili gibi yani- ama bizimkilere göre kesinlikle evlenmelilerdi. Bir başka grubun konuşması da, oğullarının kötü geçen evlilikleriydi. Tabii bunlar duyduğum kadarıyla.

Hayır o değil de, bu kadınlara özel bir altın günü otobüsü yapılsın. Hatta günden kazandığı altınları buraya bilet niyetine atsın manyaklar. Tamam tüm kadınlar güne gidebilir ama, böyle toplu taşıma araçlarını işgal etmesinler. Yetti be, valla kalabalıkta buharlaşacağım veya birileriyle akraba olacağım birazdan. Of.

Gideceğim durağa yaklaşınca zar zor kendimi kapının önüne attım. Tabii birkaç kadının eteğine basmayı veya başörtüsüne çarpmayı da ihmal etmedim. Ne yapayım ama, çok kalabalık otobüs, elim çarptı yaani.

Otobüsten indim ve temiz havayı içime bool bol çektim. Bu otobüs fikri iyi aslında, yapılsa kesin çok tutar. Bunu bir ara yetkili kişilere bildirmek üzere kafamın içine not ettim.

3 Şubat 2011 Perşembe

Çanlar Defne İçin Çalıyor





Kıpır kıpır bir sunucuyu ve bir oyuncuyu uğurladık bugün sonsuzluğa: Defne Joy Foster. Duygusal yazı yazmayı sevmem ama sabah kızın ölüm haberi bana iğrenç bir sabah geçirtti. Öğlene kadar suratım asık, içim bir buruktu. Tamam ahım şahım hayranı değildim, aşık da değildim. Ama ölüm işte; tanımadığınız birisinin bile ölüm haberini duyduğunuzda tüyleriniz diken diken olabiliyor. Kaldı ki, biz neredeyse Defne’yle büyümüştük. Sihirli Annem’i izlemediğimi söylemeyeceğim şimdi, bal gibi izliyordum küçükken.

Yakınımdan biri ölmüş gibi moralim bozuldu bir anda. Aynı şey Barış Akarsu’da falan da olmuştu. İnsan inanamıyor, hazmedemiyor. Aslında hayat o kadar kısa ki… Her şeyi dolu dolu yaşamak lazım, her şeyin kıymetini bilmek gerek. Defne’ye de çok üzüldüm ama en çok üzüldüğüm, daha iki yaşında annesiz kalan bebeğiydi.

Diyecek pek bir şey yok, özleyeceğiz Defne’yi, ömrü bu kadarmış… Bazen hala inanasım gelmiyor, sanki Defne iki gün sonra o komik haliyle çıkıp “Ahaha kandırdım sizi nasıl da kandınız ama!” dese keşke. Ama maalesef değil… Huzur içinde yatsın.

Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor isimli eserinde yayınlanan, çok sevdiğim şiirsel metnini paylaşmak istedim nedense:

Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; ana karanın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.


31 Ocak 2011 Pazartesi

Küçük "Sığırlar"

Neden Küçük Sırlar bu kadar çok izlendi?” sorusuna cevap arıyorum bugünlerde. “Arkadaşım işin gücün mü yok? Biz dizi analizi için mi buradayız?” demeyin yahu, dinleyin hele.

Bildiğiniz gibi dizi, Gossip Girl isimli Amerikan dizisi çakması. Tabii bu Gossip Girl diziyle sınırlı kalmıyor. Aslında boy boy, seri seri romanları var. Romanlar da diziden önce çıkmış zaten, dizi de romanlardan uyarlanmış. Kitaplar Türkiye’de bile çok satıldığına göre, Amerika’da veya diğer ülkelerde de kapış kapış gidiyordur herhalde. Facebook’ta da dizi karakterleri isminde açılan o kadar çok hesap var ki…

GG ilk sezonuyla harika bir giriş yapmıştı hayatımıza. O karakterler (Blair ve Serena’dan bahsediyorum elbette), o entrikalar, zengin yaşamları bizi bitirmişti ve derken ilk sezonu noktalamıştık. Çok da güzeldi hani. Dizi sitesinden deli gibi izlediğimi biliyorum. 2.sezonu çok sonra izlesem de, ilk sezon kadar iyi değildi tabii. Neyse…

Onlarla güldük, onlarla eğlendik derken, günlerden bir gün bir de baktık, Kanal D’de “Küçük Sırlar” isimli bir yapım başlıyor. Yadırgadık, fragmanlarına falan bakıp “hmm nasıldır ki yea?” dedik. Sonra da internete bir baktık; ANA! BU DİZİ GOSSIP GIRL ÇAKMASIYMIŞ ULEN! diye çığırdık. GG fanları olarak deli olduk. “Üff ne özentiyiz, her şeyimiz çakma makma biraz orijinal olalım beaaa!” falan dedik. Ama dememizle olmadı, adamlar yazdı senaryoyu, bastı parayı, Sinem Kobal, Merve Boluğur gibi oyuncuları topladı veee Küçük Sırlar doğdu.

İlk bölümünü izledik, tabii izlerken de bayağı bir küçümsedik, “Amaan Serena, Su olmuş hadi be oradan. Bi’ cacık olmaz bu diziden!” falan dedik. Beğenmedik, nefret ettik, dalga geçtik ama…

Dizi öyle bir izlendi ki… Kimse çakma falan dinlemedi, bodoslama daldı diziye. Belki de bazıları bilmiyordu bile. Öyle böyle derken dizi reytingleri kaptı, her hafta aksatılmadan bölüm yayınlandı… Pekiii, n’oluyor bize? Niye bu kadar izlendi bu dizi? Öncelikle dizinin izleyici kitlesini ele alalım:

1) Sevdiği çocuğu elde edebilmek için bir şeyler öğrenirim umuduyla ortaokula giden platonik aşık kızlar

2) Gossip Girl’ün çakması olduğunu bilmeyenler

3) Sırf karakterler için izleyenler (birazdan geleceğim bu konuya)

4) “Ben TV’siz yapamam, vakit geçirmek için Dest-i İzdivaç bile izlerim” diyenler

5) Daha böyle bir sürü sıralayabiliriz yavrular.


SIRF KARAKTERLER İÇİN İZLEYENLER

1) SİNEM KOBAL - SU (YANİ SERENA)

“O bir fenomeennn, o bir Selenaaa, ben na na na Selena’sız duramaammm” diyenlerin izlemiş olduğu bir dizidir Küçük Sırlar. Bunu da genelde hala Selena’nın final bölümünün şokunu atlatamamış bebeler yapar. –ki o bebelerin büyümüş olması gerek yea.

Ayrıca oyunculuğu da çok vasat.

-Ayrıca bir dedikoduya göre, Arda Turan buna “gel Küçük Sırlar’dan ayrıl ben sana oradaki paranın 2 katını vereyim bebetom” demiş. Eh, adam haklı.



2) ÇETİN – YA DA ÇET HER NE HALTSA (YANİ CHUCK)

Bunu da yine liseli kızlar veya ergenlikten çıkamamış kızlar yapıyor. “Ay ben oradaki Çet’e bayılıyorum aşkım yhaaa” gibi cümleler kuruluyor. Deli midir nedir yahu.

Oyunculuk var mı? Ehh, Chuck kadar kasılamıyor.



3) MERVE BOLUĞUR – AYŞEGÜL (YANİ BLAIR)

Blair gibi bir kraliçenin tırnağı olamayacak kadar kasılıyor kendisi. Şayet Merve için izliyorlarsa bu diziyi –ki mutlaka izleyen vardır- onlar, onlar… Evet, onlar Acemi Cadı’nın etkisinden çıkamamış cadıdan bozma kişilerdir! (Ne alakaysa)

Bir de bir ruj sürüyor ki, allahım sanki tüm ruju dudağına boşaltmış hatun.



4) ALİ –GERÇEK İSMİNİ BİLEMİCEM ŞİMDİ- (YANİ NATE)


Hande Yener’in manitası değil miydi şu yeniyetme? Evet, öyleydi. Bu salak için de çok fazla izleyen vardır eminim. ERGENLER!

Oyunculuk 0



5) DEMİR (YANİ DAN)

Bkz. Ali



6) MERİÇ (YANİ JENNY)

Ya inanmıyorum bir an “Jenny’den daha mı güzel ne?” diyesim geliyor kıza. Daha önce de birkaç yerde oynuyordu zaten ama dizide çok hoştu yahu. Böyle mimikleri olsun, konuşmaları olsun gayet şeker evet. Tamam Jenny kadar taş olmayabilir ama Meriç’i severiz nokta.



7) ARZU (?)

GG’deki dengini bulamasam da, bazen Blair bazen de Georgina karışımı bir şey gibi geliyor bana. Güzellik desen, ı-ıh sıfır. Olmadı. Bunun için kimse Küçük Sırlar izlemiyordur eminim.

Neyse bildiğim karakterler bu kadar, o kadar laf ediyorum birisi kalkıp Küçük Sırlar fanı sanacak beni eheheh. Yok değilim hatta iğreniyorum o diziden. Bir de 7 yaş üzeri yapmışlar galiba, en doğrusu. Düşünsenize 6 yaşındaki bir çocuk sevişme sahnesini izliyor ve anaokuluna gittiği için ertesi gün öğretmenine soruyor;

“Öyyyretmeniiiyyymmmm?”

“Efendim canım?”

“Düyyn akşaaam Göççük Sııırlar izledim de acayyyipp bişii yaptılaarrr onlaaarrr böyle yatakta falandııllaaar neydiii oooo???”

“Ehehehehehe hadi arabalarınla oynayalım mı tatlım?”

Öğretmenin suratındaki ifadeyi düşünemiyorum bile. Tamam 7 yaş üzeri olması iyi. Ama 7 yaşın üstündeki çocuklar sormayacak mı allasen? Ama bu akıllı işaretlere de bir gün değineceğim bilesiniz!

Asıl konumuza dönecek olursak, mümkün olduğunca Küçük Sırlar’dan uzak durmaya çalışıyoruz. Yok pardon, Küçük Sığırlar’dan. Eğer siz de bizi destekliyorsanız KUCUKSIRLAR yazıp 6767’ye kısa mesaj atın efem!

Bu yazıda sadece “neden” izlendiğine değindim. Başka bir Küçük Sığırlar yazımda görüşmek üzere, devam edecek!