31 Ocak 2011 Pazartesi

Küçük "Sığırlar"

Neden Küçük Sırlar bu kadar çok izlendi?” sorusuna cevap arıyorum bugünlerde. “Arkadaşım işin gücün mü yok? Biz dizi analizi için mi buradayız?” demeyin yahu, dinleyin hele.

Bildiğiniz gibi dizi, Gossip Girl isimli Amerikan dizisi çakması. Tabii bu Gossip Girl diziyle sınırlı kalmıyor. Aslında boy boy, seri seri romanları var. Romanlar da diziden önce çıkmış zaten, dizi de romanlardan uyarlanmış. Kitaplar Türkiye’de bile çok satıldığına göre, Amerika’da veya diğer ülkelerde de kapış kapış gidiyordur herhalde. Facebook’ta da dizi karakterleri isminde açılan o kadar çok hesap var ki…

GG ilk sezonuyla harika bir giriş yapmıştı hayatımıza. O karakterler (Blair ve Serena’dan bahsediyorum elbette), o entrikalar, zengin yaşamları bizi bitirmişti ve derken ilk sezonu noktalamıştık. Çok da güzeldi hani. Dizi sitesinden deli gibi izlediğimi biliyorum. 2.sezonu çok sonra izlesem de, ilk sezon kadar iyi değildi tabii. Neyse…

Onlarla güldük, onlarla eğlendik derken, günlerden bir gün bir de baktık, Kanal D’de “Küçük Sırlar” isimli bir yapım başlıyor. Yadırgadık, fragmanlarına falan bakıp “hmm nasıldır ki yea?” dedik. Sonra da internete bir baktık; ANA! BU DİZİ GOSSIP GIRL ÇAKMASIYMIŞ ULEN! diye çığırdık. GG fanları olarak deli olduk. “Üff ne özentiyiz, her şeyimiz çakma makma biraz orijinal olalım beaaa!” falan dedik. Ama dememizle olmadı, adamlar yazdı senaryoyu, bastı parayı, Sinem Kobal, Merve Boluğur gibi oyuncuları topladı veee Küçük Sırlar doğdu.

İlk bölümünü izledik, tabii izlerken de bayağı bir küçümsedik, “Amaan Serena, Su olmuş hadi be oradan. Bi’ cacık olmaz bu diziden!” falan dedik. Beğenmedik, nefret ettik, dalga geçtik ama…

Dizi öyle bir izlendi ki… Kimse çakma falan dinlemedi, bodoslama daldı diziye. Belki de bazıları bilmiyordu bile. Öyle böyle derken dizi reytingleri kaptı, her hafta aksatılmadan bölüm yayınlandı… Pekiii, n’oluyor bize? Niye bu kadar izlendi bu dizi? Öncelikle dizinin izleyici kitlesini ele alalım:

1) Sevdiği çocuğu elde edebilmek için bir şeyler öğrenirim umuduyla ortaokula giden platonik aşık kızlar

2) Gossip Girl’ün çakması olduğunu bilmeyenler

3) Sırf karakterler için izleyenler (birazdan geleceğim bu konuya)

4) “Ben TV’siz yapamam, vakit geçirmek için Dest-i İzdivaç bile izlerim” diyenler

5) Daha böyle bir sürü sıralayabiliriz yavrular.


SIRF KARAKTERLER İÇİN İZLEYENLER

1) SİNEM KOBAL - SU (YANİ SERENA)

“O bir fenomeennn, o bir Selenaaa, ben na na na Selena’sız duramaammm” diyenlerin izlemiş olduğu bir dizidir Küçük Sırlar. Bunu da genelde hala Selena’nın final bölümünün şokunu atlatamamış bebeler yapar. –ki o bebelerin büyümüş olması gerek yea.

Ayrıca oyunculuğu da çok vasat.

-Ayrıca bir dedikoduya göre, Arda Turan buna “gel Küçük Sırlar’dan ayrıl ben sana oradaki paranın 2 katını vereyim bebetom” demiş. Eh, adam haklı.



2) ÇETİN – YA DA ÇET HER NE HALTSA (YANİ CHUCK)

Bunu da yine liseli kızlar veya ergenlikten çıkamamış kızlar yapıyor. “Ay ben oradaki Çet’e bayılıyorum aşkım yhaaa” gibi cümleler kuruluyor. Deli midir nedir yahu.

Oyunculuk var mı? Ehh, Chuck kadar kasılamıyor.



3) MERVE BOLUĞUR – AYŞEGÜL (YANİ BLAIR)

Blair gibi bir kraliçenin tırnağı olamayacak kadar kasılıyor kendisi. Şayet Merve için izliyorlarsa bu diziyi –ki mutlaka izleyen vardır- onlar, onlar… Evet, onlar Acemi Cadı’nın etkisinden çıkamamış cadıdan bozma kişilerdir! (Ne alakaysa)

Bir de bir ruj sürüyor ki, allahım sanki tüm ruju dudağına boşaltmış hatun.



4) ALİ –GERÇEK İSMİNİ BİLEMİCEM ŞİMDİ- (YANİ NATE)


Hande Yener’in manitası değil miydi şu yeniyetme? Evet, öyleydi. Bu salak için de çok fazla izleyen vardır eminim. ERGENLER!

Oyunculuk 0



5) DEMİR (YANİ DAN)

Bkz. Ali



6) MERİÇ (YANİ JENNY)

Ya inanmıyorum bir an “Jenny’den daha mı güzel ne?” diyesim geliyor kıza. Daha önce de birkaç yerde oynuyordu zaten ama dizide çok hoştu yahu. Böyle mimikleri olsun, konuşmaları olsun gayet şeker evet. Tamam Jenny kadar taş olmayabilir ama Meriç’i severiz nokta.



7) ARZU (?)

GG’deki dengini bulamasam da, bazen Blair bazen de Georgina karışımı bir şey gibi geliyor bana. Güzellik desen, ı-ıh sıfır. Olmadı. Bunun için kimse Küçük Sırlar izlemiyordur eminim.

Neyse bildiğim karakterler bu kadar, o kadar laf ediyorum birisi kalkıp Küçük Sırlar fanı sanacak beni eheheh. Yok değilim hatta iğreniyorum o diziden. Bir de 7 yaş üzeri yapmışlar galiba, en doğrusu. Düşünsenize 6 yaşındaki bir çocuk sevişme sahnesini izliyor ve anaokuluna gittiği için ertesi gün öğretmenine soruyor;

“Öyyyretmeniiiyyymmmm?”

“Efendim canım?”

“Düyyn akşaaam Göççük Sııırlar izledim de acayyyipp bişii yaptılaarrr onlaaarrr böyle yatakta falandııllaaar neydiii oooo???”

“Ehehehehehe hadi arabalarınla oynayalım mı tatlım?”

Öğretmenin suratındaki ifadeyi düşünemiyorum bile. Tamam 7 yaş üzeri olması iyi. Ama 7 yaşın üstündeki çocuklar sormayacak mı allasen? Ama bu akıllı işaretlere de bir gün değineceğim bilesiniz!

Asıl konumuza dönecek olursak, mümkün olduğunca Küçük Sırlar’dan uzak durmaya çalışıyoruz. Yok pardon, Küçük Sığırlar’dan. Eğer siz de bizi destekliyorsanız KUCUKSIRLAR yazıp 6767’ye kısa mesaj atın efem!

Bu yazıda sadece “neden” izlendiğine değindim. Başka bir Küçük Sığırlar yazımda görüşmek üzere, devam edecek!

30 Ocak 2011 Pazar

nasıl yiyorsan öyle konuş


Nihayet sömestr tatili denen nimet gelip çatsa da, bir hafta boyunca dershaneye gitmek zorunda olduğumdan, pek sevinemiyordum bu duruma. Dershaneye gitmek zorunda olduğum her gün üzerimde bir uyuşukluk, bir isteksizlik… Bu durumun sırf bende olmadığını da biliyordum ama cidden rahatsız ediciydi.

Yine bir Cuma akşamı dershaneden geldim, yemek falan yedim ve bilgisayarın başına oturdum. Film falan izledim derken, aha bir baktım saat 12yi geçiyor. Ev halkı da uyumuş olmalı, televizyon sesi bile gelmiyor. Ben de o kadar saat otur otur nasıl yorulmuşum, boynum kopacakmışçasına ağrıyor. Kalktım, biraz uzandım ama yine canım sıkıldı. Karnım da “yetti bu kadar açlık lan!” dercesine deli gibi gurulduyordu.

Mutfağa gittim, dolabı falan karıştırdım ama ne abur cubur kalmış ne de bir parça ekmek. Hepsini yemekte tüketmişiz arkadaş ya. Yani açlıktan ölsem şu anda, “yaşamak istiyorsan bir parça ekmek yemen bile yeter” deseler onu da bulamayacağım vallahi. Bu kadar çulsuzluk olur yani. Zaten küçük bir mide kazınmasıydı benimki, iki tane bir şey atsaydım ağzıma geçerdi. (Su içseydin demeyin, aç karnına su içemiyorum)

Tam umutsuzca odama dönüp yatmaya hazırlanıyordum ki, onları gördüm! Ev telefonunu koyduğumuz masanın üstünde duruyorlardı. Renk renk, çeşit çeşit. Pembe, mavi, mor, sarı… Onlar, şekerdi! Veya çikolata. Bir tanesini elime aldım. Jelâtininin üzerine pembe donlu küçük bir bebek biblosu yapıştırılmıştı. Evet, bunlar yeni doğan bebekler için yapılan, bebeği ziyarete gidenlere verilen çikolatalardandı. Ve benim açlığımı bastıracak sayıdalardı. Ah ah yerim ben onları, çok şekerler çoook!

Bir tanesini açtım, ısırarak yedim. İçi fındıklıydı. Daha sonra mavi, mor, sarı derken bir de baktım hepsi bitmiş, eh açlığım da gitmişti zaten. Huzur içinde kendimi uykunun kollarına bıraktım.

Sabah uyandığımda annem boş kağıtları görmüş olacak ki, “Aaa kim yedi bunları! Ben yemeyi düşünüyordum çok severim bebek şekeri.” diye söylendi.

Bense gülümseyerek “Eheh ben yemedim valla” dedim. Ama fark etmemiştim ki, dudağımda akşamdan kalan bir parça çikolata vardı.

Eee ne demişler, nasıl yiyorsan öyle konuş.

28 Ocak 2011 Cuma

oh dear!


Bugün otobüste aynı buna benzeyen bir kız vardı. Aynı ama lan. Sadece gözlüğü biraz daha küçüktü. Tipine ölürüm.


27 Ocak 2011 Perşembe

Özhan'da Eski Manitayı Görmek

Geçen gün evde oturuyorum, canım da nasıl sıkılıyor anlatamam. Birisi arayıp “kalk dağa çıkalım” dese kalkar giderim valla o derece. Facebook’ta, Twitter’da falan dolandım ama onlar da kesmedi. Kitabımı açtım, ı-ıh fayda yok. Sıkıntıdan patlamak üzereyim yani. Dışarı da çıkmak içimden gelmiyor. Neyse bir saati geçirdim şöyle böyle. Ama sonra bu sıkıntı yine geri geldi.

En sonunda canıma tak etti, bizim evin yakınındaki Özhan markete gitmeye karar verdim. Market dediğime de bakmayın ha, AVM gibi mübarek. Reklama girer mi bilmiyorum ama, hani “Özhan marketler zinciri; siz nerede biz oradayız!” gibilerinden sloganları var. Her neyse, iki adım yer diye geçirdim en dandik eşofmanlarımı üstüme. Saçım da karman çorman, bir tarafı sola yatmış bir tarafı sağa. Düzeltmek falan içimden gelmiyor. Pejmürde bir haldeyim yani. En kirli spor ayakkabılarımı giydim, cebime birkaç kuruş para attım ve asansöre bindim. Tam aşağı inince, ortalık birden bire bulanık görünmeye başladı. Neredeyse yere düşecektim lan! Başım döndü, gözüm karardı falan. N’oluyoruz dedim.

Sonra fark ediyorum ki, bende bir şeyler eksik. Doğru düzgün yürüyemiyor, doğru düzgün düşünemiyorum. Neler olduğunu anlamakta ilk başta güçlük çeksem de sonradan anladım ki; gözlüğüm eksik! Evet, nasıl unutabilmişim ki can parçamı takmayı? O yüzden bulanık görüyorum, o yüzden doğru düşünemiyorum. Bunu en başta fark etmem gerekirdi. Sonra da “Amaan boşver 40 saat duracak halim yok ya, iki çikolata alır dönerim” diye düşünüp Özhan’a daldım.

Tabii flu görüyorum her tarafı. İdare edebileceğimi sanmıştım ama, yok abi valla çok zor. Ben de resmen köreltmişim gözlerimi yani, lanet gitsin bana. Bunun hikayesi de ayrı. Belki salak diyebilirsiniz ama, küçükken, ortalıkta Harry Potter furyası gezinirken, ben de gözlüklü olmak istiyordum. Harry gibi bir gözlüğüm olsa yeterdi, yani sihir yapmasam, süpürgede uçmasam ve asam olmasa da olurdu. Sadece gözlük. Ben de böylece bol bol kitap okudum, televizyonu, ekranının içine girerek izledim veeee, işte sonuç. Önce 0,50 numara başladı, daha sonra 1,50ye çıktı. Aferim bana, kafama s..çayım yani!

Çikolata reyonuna yöneldim, 2-3 tane metro aldım. Ama el yordamıyla seçiyorum yani o derece. Çikolataları bırakıp cipslere yöneldim. Ama cipslerin olduğu rafa geçebilmek için iki tane kızı yarmam gerekiyordu. Kocaman, bavul gibi çantalı kızları yardıktan sonra ulaşabildim rafa.

Doritos mu, Ruffles mı yoksa paraya kıyıp Pringles mı alsam derken, az önceki koca çantalı kız yanıma geldi ama yüzüne bakmıyorum tabii. Yani ona aldırdığım falan yok. Yüzüne deseniz, bakmadım bile. Çünkü baksam da, anca dibine kadar girmem gerekiyor, seçemiyorum çünkü.

Bakmaya devam ediyordum ki, kız birden hafifçe eğildi –göz ucuyla gördüm eğildiğini- ve ismimi söyledi.

“Batu?”

Tamaaam. Şimdi dur bakalım orada Batuhan efendi. Yanı başındaki biri ismini söyledi, demek ki seni tanıyor. Peki bu durumda ne yapacaksın?

1- Yüzünü görmek dahi istemediğin biri olabilir. Bu yüzden tanımamış gibi davranabilirsin veya “Ah telefonum çalıyor affedersin!” bahanesiyle onu savuşturabilirsin

2- Ortaokulda hiç hazzetmediğin birisi olabilir.

3- Veya kör kütük kavga ettiğin birisi

4- Ve geriye kim kalıyor… eski sevgili.

Kafamı kaldırıp şöyle bir bakıyorum, benden hafif kısa ve sarı saçlı hatuna. Evet! Şey, Aman Tanrım! Olamaz, hayır hayır, no no no, oh may gart! Yok oh may gad. Bu…bu, şey, bu… Tamam ismini boşverin de, bu… ESKİ SEVGİLİM ULAN! Dur takma isim bulayım bir de şuna. Gerçek ismini vermeyeyim kızın. SibelCan olsun bari, ne alakaysa ben de anlamadım.

“Aaaa, SibelCaaaan?” diyorum en “şaşırmış” ses tonumla. Şu anda da öyle bir tipim ki anlatamam. Saçlarım dağınık, pis… Ayrıca gözlüğüm olmadığından dolayı, seçebilmek için yüzümü ekşitiyorum. Pejmürde, b.k gibi bir haldeyim ve kalkmış eski sevgilimi görüyorum. Olamaz ya şaka gibi! Tamam, neden bu kadar panikliyorum onu da bilmiyorum sonuçta şu anda iyi giden bir ilişkim de var. Ayrılalı olmuş 3 sene. Dur, galiba niye paniklediğimi buldum: kız hala onu seviyorum sanacak. Evet! Diyecek ki, “Ayrılalı üç sene oldu ama, çocuk beni unutamamış baksana haline, iğrenç. Aha aha aha aha nalet olsun çok cazibeliyim lan!”

S.ktr s.ktr s.ktr

Elini dostça uzattı sonra. Kızla da bayadır konuşmadık şaka maka ha, Facebook’u falan da yok. Yani ayrıldığımız günden beri konuşmama ihtimalimiz var. Hoş, nasıl ayrıldığımızı bile unuttum ya neyse.

“Nasılsın?” diye devam ediyorum yüzümde garip bir ifadeyle.

“Aaa, çok iyiyim çok” diyerek koccaman gülümsüyor SibelCan. O eski tipi kalmamış, oldukça değişmiş. Altın sarısı saçları da gittikçe koyulmaya başlamış. Belki de kendi boyamıştır bilemeyeceğim şimdi ruh halini falan.

“Sen neler yapıyorsun?”

“Eheheh napiim işte, alışverişe geldim…”

SibelCan’ın yüzü ışıldıyor birden ve işaret parmağını “bekle” anlamında kaldırıp birden arka reyona geçiyor. Ben de afallıyorum ve salak salak etrafa bakmaya devam ediyorum. Ama sonra kolunda saçları dikik bir çocukla dönüyor.

“Bu da sevgilim Buraaak” diyerek çocuğu bana sunuyor. “Burak, bu da eski bir arkadaşım Batu.”

Çocukla el sıkışıyoruz. Yakışıklı çocuk. Seçebildiğim kadarıyla mavi gözlü falan. Eh, SibelCan’a da tam uymuş, benim gibi pejmürde falan değil ki. Ayrıca güzel de giyinmiş, benim gibi çamaşır suyu lekeli eşofmanı yok.

Bu iki çift ayrılıyor sonra marketten. Ben de yine pejmürde ve kör bir halde kalıyorum. Okuldan çıkmış ergen çocuklar başıma toplanıyor yine. Eee ne demişler, “Körler sağırlar birbirlerini ağırlar.”

Marketten çıkınca da düşünmeden edemiyorum. Eski sevgilimi görünce o kadar sorun yapmama ne gerek vardı? Yani tamam tipim çok hoş değildi ama o kadar da aldırdığını sanmıyorum. 8.sınıfta çıkmıştık ve o zamanlar resmen, tam anlamıyla bir ergendik. Zaten iki ay falan çıkmıştık, o zamanlarda da birbirimizi hiç sevmemiştik. Şu anda da onu sevmiyorum, o da beni sevmiyor.

Bu SibelCan’la ilgili değil aslında. Mesela onun yerine orada en yakın arkadaşımı bile görsem yine rahatsız olurdum tipimden dolayı. Çünkü neden! Çünkü şu yüzden; insanların karşısına bakımsız çıkmayı sevmem. Zaten saçlarım çabuk yağlanıyor (yanlış anlaşılmasın, vıcık vıcık yağlı dolaşmıyorum) ve uyandığım zaman öyle bir şekle giriyor ki, şekle sokmak için akla karayı seçiyorum. Öyle işte.

SibelCan sayfasını da kapattıktan sonra, mutlu mesut bir şekilde abur cuburlarımı yemek için eve yollanıyorum.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Öyle Bir "Ah canım!" Deriz ki


Bilindiği üzere “Öyle Bir Geçer Zaman ki” TV dünyasında neredeyse bomba etkisi yarattı. Her 5 aileden 4’ü bu diziyi izliyor. Her salı Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım siteleri, dizi alıntılarıyla doluyor veya karakterlere duyulan nefret dile getiriliyor. Ergen kızlar “Ay Mete sana ölürem yaaeee” derken, diğerleri de “Osman seni yeeerim” diye dolaşıyor. Tabii Caroline isimli karakter de “sürtük, kaltak” gibi damgalar da yemeden edemiyor.

Dizinin başlamadan önceki fragmanları oldukça sönüktü bana göre. Ama ne olduysa oldu, birden patladı dizi. Millet oradaki dövüş sahnelerine falan hayran kaldı. Diziye lafım yok bu arada yanlış anlaşılmasın…

Peki bu dizinin bu kadar izlenmesinin nedeni ne? Veya yapımcıların sırrı ne? Ben cevabı biliyorum galiba; Osman.

Büyük bir kesim, ailenin küçük oğlu Osman için izliyor. Ama hakikatten sırf o minik yetenek için izlenebilir bu dizi. O nasıl bir tatlılıktır yarebbim? İnsanın yanaklarını mıncırası geliyor. Biz de Osman yüzünden izliyoruz biraz da…

İkinci izlenme sebebi de, kuşkusuz “gerçekçilik” olmalı. Çünkü gerek oyuncular, gerek senaryo, gerek kurgu, o kadar gerçek ki, sanki gerçekten öyle bir aileyi uzaktan izliyormuşçasına kaptırıyorsunuz kendinizi. Ve elbette gerçek hayatta da bu tür olaylar o kadar fazladır ki…

Sosyal ağlarda bu kadar çok konuşulmasının nedeni de, az önce dediğim gibi “Mete, Osman, Caroline” gibi nedenler. Kızlar Mete’ye ölüp Caroline’e küfür ediyorlar. Dizi esnasında bile bu paylaşımlar sürebiliyor.

Caroline demişken, onun yardıran repliği hala unutulmamıştır herhalde.

-Sen çemıle?

-Evet, ben Cemile!

-Şraakk (bıçağı batırır)

Biz evde ailecek izlerken, annemin ağzında tek bir cümle var: “Ah canım!” Tabii bu bazen ikiye katlanıyor ve “Ay canım kıyamam! Ah yavruuum!” gibi acıma cümlelerine dönüşebiliyor. Dizi sanki bunun için yapılmış gibi. Sürekli acıyoruz. Neşeli bir şey oluyor, gayet mutlular mesela, dışarı çıkıyorlar. “Bu mutluluk fazla uzun sürmez, kesin başlarına bir iş gelecek…” diye şüpheleniyoruz.

Bu acımalar genellikle Osman için oluyor. Çocuk ağlamaya başlıyor, annem bu tür cümleler kullanmaya başlıyor. Sırf annem değil, kime sorsam “Osman’a yazık yeaa kıyamam ben ona cınım benimmm” gibi yanıtlar alıyorum.

Bazen de şunu görüyorum “Ay Berrin’le Ahmet’e de ölürem ben yaaaa, canlarım benim çok yakışıyolar di miii?”

Millet bunları yazmak için koltuğa oturuyor abi, bilgisayarı da açıyor ve başlıyor “Ben kimin hangi repliğini yazsam da ilgi çekse?” diye düşünmeye. “Bir de kelime oyunu yaptıttırırım ooh kebap olur yanee.”

Şuraya da değinmeden edemeyeceğim; Öyle Bir Geçer Zaman ki gerçekten kaliteli bir dizi. Eskiden izlemesem de, izlemeye başladım ve cidden çok beğeniyorum. Hayatın içinden bir kesit bence. Oyuncular da bilerek seçilmiş sanki, bu kadar mı güzel olur yahu. Neyse tamam bitti.

kımıl zararlıları

Bazı şeyleri zararlı olduğunu bile bile yapmamız ne kadar ironik değil mi? En basit örnek sigaradır herhalde. Dünyadaki sigara içen insan sayısını bilemiyorum şimdi, ama zararlı olduğu bilindiği halde, inadına içilmiyor mu? İnsaf ulan insaf, bağımlı olmakla kalmayıp öldürüyor bir de üstüne üstlük! Neyse burada Yeşilaycılığa falan soyunmayacağım…

Peki sigara ne zaman içiliyor? Hangi ruh halinde? Sevgilisinden mi ayrıldı? Yak bir sigara be ablam, keyfine bak. Ne de olsa terk edilme duygusunu en iyi şekilde tedavi ediyor değil mi bu duman. Sevgilini aldattın mı abicim? Üzülme yahu, çaresi var: yak bir Marlboro. O aldattığın karıya da söyle, üzülmesin daha fazla, o da yaksın bir tane.

Okul sizi çok mu gerdi lise öğrencileri? Hocalar çok mu fazla yükleniyor veya notunuzu yükseltmiyor? Aaa tamam tamam çaresi bende! Okulun tuvaleti ne güne duruyor değil mi? Millet ne de olsa kullanmıyor orayı, siz sigara içme odasına dönüştürün. Yakın yakın, sonra da “ben nasıl düzelteceğim bu notları lan?” diye de düşünmeyi ihmal etmeyin içinize çekerken.

Sevdiğiniz çocuk size kanka mı dedi liseli kızlar? Üzülmeyin şekerler, kolayı var. Okul çıkışında falanca kafede oturup Winston sigaranızı tüttürün. Hatta başka yerden kankalarınızı da çağırın, onlar da bir fırt çeksin. Hatta siz biraz daha abartın, nargile falan da için. Hepsi derde deva lan!

Ya alkole ne demeli? Tamam sigaradan daha az zararlı görünebilir. Hatta bazen büyük-küçük herkesin kurtarıcısı oluyor. Özellikle yılbaşlarında, 7 yaşındaki çocuğun bile çay bardağında şarap veya bira içtiğini görebilirsiniz. Peki mantığı ne bunun? Ne oluyor yılbaşında içki içmek?

Efkarlı olduğumuz zaman kafayı çekmeyi anlayabilirim. Bunu herkes yapmıştır herhalde. Eh, artık birahaneler ulu orta yerlerde olduğuna göre, oradaki insanlara şöyle durup baktığınızda yüzlerindeki unutulmuşluk ve aldatılmışlık ifadesini görebilirisiniz. Sevgilimden ayrıldııım, çok yalnızııım modlarındadırlar. Ama hepsi değil veya her zaman öyle değil. Ben sadece birkaç kere denk geldim.

Peki 18 yaşından büyükleri anladım. Hatta güzel ülkemde içki yaşı 24’e çıkarılsa bile, onu da anladım. Peki ne diye 16 yaşındaki herhangi bir kişi –ki bu lise öğrencisi oluyor- kafa çekmek için “Bira Kafe”lere gitme ihtiyacı duyuyor? Çok mu sıkıntılar çekmiş daha bu yaşında? Şu anda öyle bir döneminde ki, ne o birisini büyük olarak görür, ne de başka birisi onu. Ama bu 16 sene boyunca ne yaşadı ki? Onu bu kadar sıkıntıya sokacak, üzecek bu kadar “büyük” ne yaşamış olabilir? Ölüm mü? Evet, belki. Ama ölüm yaşayan biri hemen içkiye mi başvurmalı? Bir çeşit yas mı içki?

Son kez söylüyorum ki, ben yeşilay taraftarı falan değilim.

İyi, zararlı alışkanlıkları bir kenara bırakacak olursak –kii bırakamıyoruz- en azından benim için bir zararlı alışkanlık daha var: cips! İşte ben ona kımıl zararlısı diyebilirim galiba.

Bildiğiniz üzere, ağzınıza bir tane patates cipsi attığınız an, artık o paket bitmeye mahkumdur veya yarılanmıştır. Çünkü öyle bir bağımlılıktan bahsediyoruz ki, en az uyuşturucu kadar sarıyor ve yedikçe yiyesiniz geliyor. Ki bu bağımlılık da, bilerek oluşturuluyor. Yani üretenlerin mantıkları şu: abi biz yapalım, içine Çin tuzu denen şu uyuşturucumsu maddeden koyalım, bol bol yesin insancıklar, sonra da yine satın alsınlar.

Evet maalesef ki Çin tuzu denen meret yiyeceklere aşırı derecede lezzet verip bağımlılık yapıyormuş. Konu nerden nereye geldi yalnız ha, iyice genel kültür. Neyse sonuç olarak cips ve Çin tuzu da bir kımıl zararlısıdır nokta.

Uyuşturucuya hiç değinmiyorum, o başlı başına bir aptallık. (Ayrıca bkz. Your Love is My Drug abicim) Tabii bu çok saçma da neyse.

Bir başka kımıl zararlımız ise, hiç şüphesiz PARA. Evet abi, kesinlikle bir zararlı. Haşarat! Artık ismine ne derseniz. Öyle bir bağımlılık ki, uğruna insanlar öldürülüyor, şantaj yapılıyor ve daha sayamadığım bir sürü şey. Size şu kadar söylüyorum, bu bağımlılık uğruna insanların yapmayacağı hiçbir şey yok


25 Ocak 2011 Salı

bir kitaba aşık olmak


İlginç özelliklerimden biri de –bilmiyorum belki de Allah vergisi bir şeydir- bir kitabı okurken başka bir kitaba gözüm kayıyor. Yani bunu şöyle de örnekleyebiliriz; bir erkek bir kızla çıkarken, yanlışlıkla başka kıza bakması gibi.

Şu anda Bridget Jones’un Günlüğü gibi deli saçması bir kitap okusam da, aklım Sami Hazinses’in dizüstü edebiyat serisinden çıkan kitabı P*ç Güveysinden Hallice’de. Neden bilmiyorum ama böyle olunca şu anda okuduğum kitaba aklımı veremiyorum. Lanet olsun böyle duyguya lan!

Bir gün yine kitap bakınmaya(bunu çok yaparım) D&R’a gittiydim. Günlerden de Pazar şansıma, o kadar kalabalık ki. Bırakın D&R’ı, AVM’de bile gezinmeye yer yok. Bu coşkulu kalabalıktan kurtarmak istiyordum kendimi biraz da. Fakat orası daha da beter.

Çok satanlara bakmak için bir g.tlük yer aradım kendime ama millet sanki doktor kuyruğunda beklermişçesine dizilmişti rafların önüne. Ben de D&R’a doğru gelmekte olan arkadaşıma çabucak bir mesaj attım, “çok dolu lan gelme” gibilerinden.

Cevap da çabucak geldi. Kısa ve netti: “ok”

Fantastik kitapların olduğu bölüm daha bir sakindi sanki. Oraya gittim ve evet, tıpkı diğer blogumda da yazdığım ilginç bir olayla karşılaştım. Her D&R maceramda komik bir olay mı olmak zorunda yahu? Ehu ehu ehu.

Her neyse, fantastik reyonunu geçip aksiyon/gerilime geldim. Ama bakamıyorum tabii, rafın önünde, ikisi de cılız mı cılız, çelimsiz mi çelimsiz bir çift duruyor. Çocuk en az on üçünde olmalı, SBS denen bebe sınavlarına hazırlanıyor. Kız da onun sınıfında büyük ihtimalle, bunlar ergen ergen dolaşıyor ortalıkta. Ama gülmemek için kendimi zor tuttum, çünkü kız çocuktan uzun! Evet abi, bildiğin uzun. O kadar komik görünüyorlar ki, içimdeki fotoğraflarını çekme isteğini zor bastırdım. Düşünün bir yahu, kız çocuktan uzun ve çocuğa sarılır gibi yapmış amk. O kadar komik ki. Neyse.

Ben aksiyon/gerilime biraz daha yaklaştım ve kız aynen şöyle dedi: “Ayy bu kitaba aşık oldum ben aşkım yaa!”

Amaan Tanrım yaa. Baktım kitaba, elinde Agatha Christie’den Noel Kekinin Gizemi’ni tutuyor. Agatha severim ama hiç okumadım o kitabını.

Bunun üzerine çocuk şöyle cevap verdi, “Alalım aşkım, güzele benziyor.”

“Ay bilmem para da yok üzerimde…” Bu sırada elini çocuktan çekiyor ve afili çantasını karıştırmaya başlıyor.

Çocuk boş durur mu? Çok centilmenizdir ya biz sevgililerimize karşı. Hani “bana tek taş alsana Berkcaaaaan” deseler, “alalım anasını satiim!” deriz yani o derece.

“Tamam,” diyor kendisinden 2 metre uzun sevgilisine. “Önemli değil bebeğim ben öderim.”

Bebeğim? Aşkım? Of hadi ama bebeler, daha 7.sınıf öğrencisiniz. Ne yaşadınız bu kadar birbirinizi sevecek kadar? Hangi sorunların üstesinden geldiniz? Birlikte neleri başardınız? Ahh ah.

Bir de neden biz “ödemek” zorundayız pardon? Parası yoksa tamamdır abi, başka zaman alacaktır. Yani neden bir erkek sevgilisinin yanında acil durum kredi kartı gibi dolaşır hiiiç kestiremem.

Tanrım, sen bizi tek bir şeyden koru: bücür çiftlerden.

Fakat dükkandan çıkarken bir şey fark ediyorum ki, kız da benim gibi kitaplara aşık oluyor demek ki.

Ah yalnız ben konuyu kendimden nasıl el alemin mıç mıçlığına getirdim bilmiyorum

Bana gelecek olursak, ben de o bücür kız gibi kitaplara aşık olabiliyorum. Bir kitabı okurken öbürüne aşık oluyorum işte, benim de yapım bu arkadaş napabilirim yani! Hadi görüşürüz bye

e-okul çıktı mertlik bozuldu


Bu ilk blog yazımı “ah nerede o eski karne günleri?” düşüncesiyle yazıyorum. Evet, sahi nerede o eski karne günleri? Öyle bir heyecan olurdu ki, o günden önceki akşam yatağa dua ederek girilirdi ve kalplerde de hızlı ritimler oluşturdu. “Ahah napıcam lan ben kaç verdi acaba sözlüme?!” gibi düşüncelerle sabahı yapardınız. Uyandığınızda kalbiniz çarpmaya devam ederdi ve dua ederek okula giderdiniz.

Ama şimdi öyle mi? Çıkardılar bir e-okul, karne heyecanı falan gitti. Aynı zamanda, öğrenciler sözlü notlarını öğrendikleri için, başkalarının sözlü notlarıyla kıyaslamaya da başladılar.

Örneğin arkadaşımın notu 53 bilmem kaç küsurda kalmış. Bunu öğrenmiş, delirmiş kız resmen. Ergen ergen trip atarak Facebook’una yazmış. Bu da yetmiyormuş gibi, hocaya laf etmiş –ki hocanın da Facebook’u olduğunu bile bile yapıyor bunu. Hoca bunu öğrenmiş, çok kızmış.

Hem e-okul neden var ki? Tamam, amacı not saklayan çocukların kumpaslarına karşı gelmek. Ama bunun dışında birçok amacı var aslında, ama gereksiz yerleri de var. Eh madem bütün notlar e-okulda var, o zaman neden o iğrenç kağıt parçasını almak zorundayız? Kağıt israfı değil mi yahu? (tamam iyice ergene bağladım)

Neyse, belki de işe yarıyordur bazen, kim bilir. Mesela olmasaydı, o çok merak ettiğim sözlüleri nereden öğrenirdim, hocalardan mı? Tamam tamam sözlerimi geri alıyorum, e-okul seni seviyorum.