27 Şubat 2011 Pazar

Dizüstü Edebiyat Patlaması

Ben bir yazar değilim (ama olmak isterdim), bir eleştirmen de değilim. Ama yine de yazmak istiyorum.

Hepinizin bildiği gibi, bu Dizüstü Edebiyat tayfası, bu tür bloglardan ve Twitter’dan ünlü olmuş kişiler. Yani artık izleyicileri 1000 küsürü bulmuş, ellerinden öpülesice insanlar. Ben daha önce duymuş muydum veya bloglarını biliyor muydum? Ne yalan söyleyeyim, hayır. İlk kitap PuCCa’nındı ve bir anda her yerde patladı. “Küçük Aptalın Büyük Dünyası, tüm kitapevlerinde!” falan diye. Ben de “PuCCa kim yea?” derken, bu kadar çok övülen bir kitabı okumamak olmaz dedim ve satın aldım. Alır almaz da bir sardı kitap beni. Yazındı zaten, hava sıcaktı ve yapacak bir şey yoktu. Ben de bütün gün yemedim içmedim bunu okudum. Çerez gibi geliyordu kitap. Derken 2 güne bitti.

Sonra, PuCCa’nın aslında bir blog yazarı olduğunu ve internetten ünlü olduğunu fark ettim. Zaten serinin adı da “Dizüstü Edebiyat”tı, adı üstündeydi. Blogunu dolaştım. Orada da en az kitaptaki kadar eğlendim. Sonra Twitter’ını buldum, takip ettim. O kadar çok sevmiştim ki PuCCa’yı, neredeyse aşık olacaktım. Kitapta anlattığı kadarıyla tavırları, hareketleri, esprileriyle neredeyse ideal bir bayandı. Kitap da çok başarılıydı ve gerçekten satın alınıp, kitaplığın en güzel köşesinde durmayı tamamen hak ediyordu. Herhangi bir aşk romanından çok farklıydı, ki PuCCa da aşk hayatını anlatıyordu. Gerek üslubu, gerekse özgün anlatımıyla benim gönlümü kazanmıştı. Ayrıca okurken o kadar gülüyorsunuz ki, kitabı bir kenara bırakıp yarım saat kahkaha atıp sonra tekrar dönüyorsunuz.

Pucca’dan sonra ikinci bir kitap daha çıkmıştı: Piç Güveysinden Hallice. Yazarı da samihazinses’di. Ne yalan söyleyeyim, onu da daha önce duymamış ve görmemiştim. “Pucca kadar eğlenir miyim ki?” diyerekten o yaz almadım kitabı. Kış geldi, kitap 5.baskısını falan çıkardı. Tabii bu sırada da Dizüstü Edebiyat başka kitaplar çıkartmaya da devam ediyordu. Onur Gökşen’in kitabı çıkmıştı mesela, onu tanıyordum neyse ki. Ama nedense onu da almak fırsat olmadı.

Sonra bir gün canım sıkıldı ve okuyacak kitap bulamadım. Ne zamandır da aklımdaydı Sami Hazinses’in kitabını satın almak. Gittim D&R’a, çat çat bakındım etrafa ama yok. YOK! Gittim sordum görevliye, piç de diyemiyorum kem küm ediyorum, utanıyorum. Kıza aynen şöyle demişim, ben de farkında değilim, arkadaşım söyledi.

“Pıcguveysndenhalice va mı?”

Neyse ki anlamış zeki görevli, ama maalesef kalmamış. Ben de aynı alışveriş merkezindeki başka kitapçıya gittim ve orada buldum. Nasıl sevindim nasıl. Gerçi biraz önyargıyla alıyordum, yine hep aynı düşünce vardı kafamda: “Pucca’daki kadar eğlenir miyim?”

Ama neden eğlenmeyecektim ki? Bu kitaplar neredeyse yok satıyordu ve bu kadar insan alıyorsa, kitap kesinlikle güzel olmalıydı.

Eve gelir gelmez kitaba başladım ve ertesi günün sonunda da bitirdim zaten. Yine çok eğlendim, yine çok güldüm. Kitabın sonları üzüyordu bile sizi. Börek seven ve kadınları çok daha fazla seven birisi samihazinses. İşi gücü bir kadınla sevişebilmek. Ama sonra işler sarpa sarıyor ve en yakın arkadaşı Müjgan’a aşık oluyor. Daha sonra… Aman, kitabı okumayan vardır belki spoiler vermeyeyim.

Ve şimdi de Pink Freud. Onu da neyse ki “Türkçe sözlü hafif batı kadını” olarak biliyordum ve Twitter’da da takipçisiydim zaten. Kitabının çıkmasına çok sevinmiştim. Kitabı da geçen gün aldım, hala okumaktayım, en az öbürleri kadar güzel kitap.

Peki, bu yazarlarımızın sırrı ne?

İnternette bu kadar popüler olmalarının nedeni ne?

Eh, sorduğunuzda hep aynı yanıtı alıyorsunuz:

“Ben yazıyorum, millet okuyor. Özel bir şey yapmıyorum.”


Genç/yaşlı fark etmeden bu kadar okunmalarının nedeni, elbette yazılarındaki o içtenlik, o samimiyetlik ve dobralık. Kitapların kapaklarında da yazdığı gibi:

Eğlenceli

Cesur

Gerçek

Dobra

Dümdüz

PuCCa sakarlıkları, ilişkileri ve küfürleriyle bizi güldürmeyi başarırken, Sami Hazinses (yani Aras Öztürk Çolak) ise hayata ve kadınlara olan yaklaşımıyla bizi derinden etkiliyor. Pink Freud’unki ise çok daha farklı: Dişi bir Freud. Gerek ilişkiler, gerek hayat olsun, düşünce tarzıyla gönüllerimizde taht kuruyor.

İnsan ister istemez imreniyor onlara. Çünkü onlar, normal bir yazardan çok farklılar. İnsan şöyle bir durup düşünüyor: “Böyle bir şey yapmak neden benim aklıma gelmedi?” “Ben de yazabilirdim!”

Taklit ediliyorlar, kıskanılıyorlar belki ama onlar sadece “yazarak” ve içlerinden geldiği için bu işi yapıyorlar. Yani aslında başarılarının da sırrı bu. Kimisi sevgilisinden intikam almak için, kimisi ekmek çıkarmak için, kimsi içini dökmek için… Yazıyorlar yani. Tek yaptıkları bu. Yazmayı da sevmek gerekiyor biraz.

Ben bu tayfanın arkasındayım ve izlerinden gidiyorum. PuCCa ve samihazinses okudum şu ana kadar. Pink Freud’u da şu anda okuyorum (okuma nedenimi daha sonraki postlarımda açıklayacağım). Keşke içlerinden biriyle tanışabilme veya imza günlerine gidebilme imkanım olsaydı. Kim bilir, belki olur bir gün.

24 Şubat 2011 Perşembe

Tadım yok tuzum var

Bugün o kadar değişik bir ruh hali içindeyim ki, tıpkı başlıkta belirttiğim gibi tadım yok, tuzum var. Oysaki sabah normal uyandım, kahvaltı ederken sakin, evden çıkınca agresif bir ruh halindeydim. Sonra toparlandım galiba ben de hatırlamıyorum. Ama öğlen eve döndüğümde bir uyuşukluk üzerimde; bir ağırlık. Sıkıntıdan bir ton yemek yedim, üzerine de zeytinyağlı yaprak sarma yedikten sonra, koca bir paket (yeni çıkmış bu çok fena bir çikolata) Karam yedim. Evet bunları sadece sıkıntıdan yaptım. Nedenini de bilmiyorum yalnız neden sıkıldığımın.

Ve sonradan fark ettim ki, kullanmayı hiç sevmediğim ve zaten genelde de kullanmadığım tuzu, bugün yemeklerime bolca serptim. Zevk aldım mı? Evet aldım galiba. Ama farkında değildim, sadece laf olsun torba dolsun diye ekledim tuzu. Başlık biraz da bu yüzden tuzla ilgili bir şey sanırım.

Öğleden sonra da sıkıntım devam etti ve Kanal D’yi açtım. Orada da Yaprak Dökümü vardı, düşünün artık oturup onu bile izledim sıkıntıdan. Arşivimde izlemediğim bir film vardı, Fame. Daha dün almıştım D&R’dan (ayıptır söylemesi 5 liraya, eheh). İzlemek istiyordum ama ona bile üşendim. Sonra aldım kumandayı elime, cak cak cak kanalları değiştirirken, elbette, artık bir fenomene dönüşmüş olan İzdivaç programlarından sadece bir tanesi denk geldi. Sanırım şu Sihirli Annem’deki Suzan’ın sunduğuydu. Ama görünürde, evlenmek isteyen herhangi bir yaşlı başlı teyze yoktu. Amca da yoktu. Sadece Semiha Yankı, çıkmış şarkı söylüyordu. Eurovision’a katıldığı seneyi elbette hatırlamıyorum ama, sen İzdivaç’a çıkacak kadın mıydın be Semiha Abla? Sen değil miydin, “Seninle bir dakika, umutlandırıyor beni. Bir dakika siliyor canım, yılların özleminiii” diyen. Aah ah, zaten 70lerde yaşamak varmış. Gerçi o şarkı 70 yılına ait değil ama neyse.

Sonra Kanal 7 denk geldi. Ana Sütü isimli, “gerçek kesit”imsi bir program. Köyün birine tayin olan iyilik meleği öğretmenimiz, maddi durumları düşük bir aileye yardım falan ediyordu. Bu ailede de yaşlı bir kadın vardı, kadının oğlu ve gelini. Gelin de öyle bir sürtük ki, aman allahım taş kalpli mübarek. O kadıncağıza ne biçim davranıyor yahu, bu ne cadalozluk? Kocası da saftirik, hiçbir şeyden haberi yok. Ulan o senin karın, belli ki nefret ediyor işte annenden, bir çaresini bulsana. Ama yoook bulmaz. Zaten şimdi ben gidicem programa, o iyilik meleği öğretmenle baş göz edicem adamı. Yaşlı kadına da acıdım ayrıca. O gelini olacak kaltak da allahından bulsun!!!!!

Zaten 4 kanaldan 2 tanesinde evlilik programı olduğundan, kapattım ben de TVyi. Taktım gözlüklerimi, aldım pcmi kucağıma, çak çak çak yazıyorum bunları. Gerçi yazarken ara ara sıkıldığım oldu ve televizyonu açtım. Bu sefer de Bizim Evin Halleri denk geldi. Bu dizi de 5845785.bölümünü yayınlıyordu en son bıraktığımda. Yalnız ne güzel konudan konuya atladım ha. Tamam, burada kesiyorum.

Bir de Nesquik mısır gevreği reklamına denk geldim. Ne kadar çok alırdım eskiden yahu. Şimdiki çocuklar şansız yemin ediyorum. Bizim zamanımızda, o sıralar gösterimde olan çizgi film/animasyon filmlerinin karakterlerinin oyuncakları veya ona benzer şeyler verirlerdi. Şimdi onlar da yok. Nesquik oyuncaklarımı hatırlıyorum da, iki koliydi sanırım. (Abartmış olabilirim) Şimdi bomboş o kutular, içinden sadece çikolatalı toplar çıkıyor. Gerçi yeni nesil, bilgisayarla, televizyonla falan büyüyor. Bizim zamanımızda öyle miydi beeh? İzlerdik Pokemon’umuzu, alırdık tasolarımızı çat çat köktürürdük. Okuldan gelince de Hugo ve Tolga Abi izledik mi, oohh mis. Bi de orada yarışmacı olmak için uğraşırdık ama bu pek denk gelmezdi.

Çok farklıydı ya her şey. Diziler, programlar, çizgi filmler, sinemalar… Her şey farklıydı. Barış Manço vardı bir kere. Bu sıralarda 7-8 yaşlarındaki çocuklara bakıyorum ve neredeyse acıyorum. Yaşamlarında çok az bir süre bile olsa, Barış Manço’yu mutlaka tanımaları gerekirdi. Ha tanımıyorlar mı? Elbette tanıyorlardır bir şekilde. Ama canlı görmek, konserlerine gitmek, programlarını izlemek… Çok daha farklı.

Ve şu anda da ne fark ettim biliyor musunuz? Ne güzel konudan konuya atlıyorum ben. Az önce ruh halimden bahsederken, 90lı yıllara falan gittim. Hmm işte bu da bir yetenek olmalı. Ama bir gün özel olarak yazacağım 90lı yıllarla ilgili eleştiriler.

Ayaklarım da nasıl üşüyor ama, öyle böyle değil. Biri kalksa dese: “Gel ayaklarını yıkayayım sıcacık suda” diye, valla billa “Oluuuur” derim o derece. Bilgisayarın sıcak kısmına koyacağım birazdan ayaklarımı ısınsın diye o derece yani.

Sonra Ana Sütü’ne geri döndüm. Bizim kaltak gelin terk etmiş kayınvalidesini, anasının yanına dönmüş pislik. Kocası tekmeyi basmış galiba dünya haritası kadar götüne. Neyse iyi de yapmış, bu salağı öldürmek lazım valla.

“O kadın evden gitmedikçe, o eve bir daha asla dönmem!” diye atarlanıyor karı. Anasının yerinde olsam iki tane çarparım ağzının ortasına. Aman sonra da fark ettim ki din içerikli öğütler falan veriyor. Kapattım gitti. Dinsiz imansız olduğumdan değil, sıkıldım diyelim biraz da.

TV ile uğraşıyorum diye seviniyordum ki, o öğlenki ruh halim geri dönüverdi. Telefonum da suskundu bugün zaten, kimse mesaj atmıyordu. Zaten bunları da yazarken şarj bitiyor, pooofff!!!! Şimdi kalkıp şarja takamaz mıyım? Tabii ki takarım ama üşeniyorum çok ehu ehu ehu. O yüzden burada bırakayım ben, gözüm de yoruldu.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Tanrı aşkına bir susun, azizim!

Bir üst komşularımız var ki, hiç sormayın. 3 tane çocukları var, üçü de erkek. Bi tanesi liseye gidiyor, ergen falan da değil ha, normal yani. Diğer iki tanesi ikiz, aman allahım, ne gürültü yapmak ne gürültü yapmak anlatamam!

Mesela geçen cumartesi günü, ev resmen sallandı. Duvarlar falan zangırdıyor böyle. Sonra durdum, usulca dinledim. Deprem falan oluyor sandım ama yukarıdan geliyormuş. Evin içinde koşturuyorlarmış veletler. Ama sanırsınız çocuk değil de bir düzine fil cirit atıyor yukarıda. İki tane çocuktan bu kadar mı çok ses çıkar ya?

Akşam oldu, saat de gece 11 falan böyle. Aldım elime Fahrenheit 451’imi, uzandım yatağıma okuyorum. 20 sayfa falan okuduktan sonra, eğer kitap beni sarmazsa hemen uykum gelir ve esnemeye başlarım. Ama ne esnemek! Gözlerimden yaşlar falan gelir yani o derece. Birisi görse “aa ağladın mı sen bakiym?” diyebilir.

11 buçuğa doğru, gündüz olan sarsıntı tekrar başladı. “Alllaahhh yıkılıyoruz” diyecektim ki, üst kattaki çocukların hoplayıp zıplamaları olduğunu hatırladım. Uykum da nasıl gelmiş işte, dokunsalar uyuyacağım.

Ondan sonra kalktım, pijamalarımı giydim, kitabın arasına kitap ayracını koydum ve gece lambamı da yattıktan sonra yatağa girdim. Eh, artık uyuyabilirdim ve gürültü de kesilmişti. Saat 12ye yaklaşıyordu.

Bir ara rüya gördüğümü hatırlıyorum. Böyle yemyeşil bir yerdeydim, tıpkı Harikalar Diyarı gibi. “Aaa ama bunun Alis’i nerede?” falan derken, yine o sallantıyı duydum.

Bu sefer gerçekten, deprem gibi geldi. Komodinimin üzerinde bulunan çalar saat bile zangırdadı, ses çıkardı yani. Ulan nasıl beceriyorlar böyle ses çıkarmayı? Bir tabur askeri bilmem kaç metre karelik apartman dairesine koyup zıplatsanız bu kadar ses çıkmaz yemin ediyorum. 100 kilo falan herhalde çocuklar.

Saate de bakmayı ihmal etmedim tabii: 1.35

sicticaferbezgetir.com

Saat 2yi biraz geçmekte ve gürültüler hala devam ediyor. Annemleri falan uyandırıp “off şunlara çıkıp bas bas bağıralım bee bu ne gürültü” falan diyesim geldi ama onlar da maaşallah horul horul uyuyorlar.

Saat 2 buçuk ve sesler devam ediyor. Ben de kalktım, kitap falan okuyorum ama bu böyle olmaz. Bu gecelik affettim, yani affettik ama yarın da gürültü ederlerse böyle olmayacak. Bu ne be, dingonun ahırı sanki yukarısı var ya. Yabancı birini getir, bizim eve koy, “Ahahaha bu ne be Laila buraya mı taşındı bu ne gürültü?” der yemin ediyorum. Gelen sesler de aynen şöyle:

“AHAHAHAHHAHAHAHAHAHAHAHHA HHAAA HAHA HAAAA HAAAA! VUUUHHHUUUUUU! NİHAHAHAHAA”

Kitap okurken uyuyakalmışım en sonunda, sabah uyandığımda ışığım açıktı, bütün gece de açık kalmış.

Ertesi gün de gürültüler devam etti. Birkaç kere duvara vurduk. Ama vurmanın tesiri 15 ya da bilemedin 20 dakika falan oluyordu. Canımıza tak etti tabii ki. Annem, çocukların annesiyle kanka olmasaydı eğer “onları bir güzel benzetirdim” diyor. Böyle düşünmene gerek yoktu anneciğiiimm, gayet de benzetebilirdin hani.

Neyse yine akşam oldu tabii. Ertesi gün de pazartesi ya, erken yatıyorum. Bu çocuklar tekrar başladılar laga luga yapmaya. Bu sefer öyyyylleeee bir sinirlendim kiiiiii, yani o kükreyişimi hiç unutmuyorum. Resmen dağlar yıkılırdı yahu.

“ARTIK KAPATIN ŞU ÇENENİZİİİİİİİİİ!!!!!!!!!!!!”

Sırf üsttekiler değil, aşağıdakiler, çaprazdakiler, ne bileyim onların üzerindekiler falan da duymuştur eminim. Ama çocuklar da öyle bir sustular ki anam, kendimi o sırada, aşırı gürültülü bir sınıfı susturmayı başaran çaresiz öğretmen gibi hissettim.

Sonra mışıl mışıl uyudum tabii. Bu dediklerim bir hafta önce gerçekleşti ve bir haftadır da çıt çıkmıyor bücürlerden. Eh, durun bakalım. Ya sonsuza kadar kapattım çenelerini, ya da etkisi 2-3 hafta sürecek.

20 Şubat 2011 Pazar

Dört Gözüm İşte Var mı ulen?

6.sınıftan beri gözlük kullanmama rağmen, şöyle kalkıp da “Amaan lensin alasını verseler, hatta Chanel lens falan olsa, yine de takmam arkadaş” diyebilirim. Yani aslında takarım ama, gözlüğün bana yakıştığını söyleyenler var.

Bir kere, gözlüklü insanlarda bir asalet oluyor. Ondan sonracıma, “inek” muamelesi görebiliyorsunuz ama bence “inek” lakabının size takılması, “hayvan, salak, at, camış” gibi lakapların takılmasından kat be kat iyidir.

Hem sonra, kalın siyah çerçeveli gözlükler gayet hoş duruyor böyle. Hani biraz “entel” havası veriyor bu da insanın hoşuna gidiyor. Ego denen şey tatmin oluyor herhalde o sırada?

Bir gün birisi bana “dörtgöz” demişti. Bu tabirden nefret etsem de, yine de duymak zorunda kaldığım için kulaklarıma lanet ediyordum. Sonra ben de bunu bana söyleyen kişinin karşısına geçtim ve gözlüklerimi çıkardım. O zaman da gümüş çerçeveli, anneanne gözlüğü gibi gözlüklerim vardı.

“Al, bah artık dört göz filan diyilimmm!”

Sonra, yine 7.sınıfta, defter kağıtlarını koparıp koparıp yuvarlak yapmıştık ve koridorda top oynuyorduk. Ben de öyle futbol seven bir tip falan değilimdir, ama kankamla oynuyorduk ve çok zevkli gelmişti.

Sonra çocuk bir hızla topu bir fırlattı ki anam, kafamın üzerinde yıldızları gördüm yemin ediyorum. Hem suratımın tam ortasına geldi o ağır şey, hem de gözlüğümü yere düşürdü. Ben de atarken napıyodum bilmiyorum, herhalde birilerini kesiyordum. Ama aşırı acımıştı. Neye uğradığımı şaşırmış, felç falan geldi sanmıştım.

Sonra bir baktım, benim o caanım, mavi çerçeveli gözlüğümün sağ camının köşesi çatlamış. Ahh içim nasıl yandı bir bilseniz. Çok fazla para bastırmamıştım gerçi, ucuzlukta almıştım ama olsun. Bir de cama at sineği konmuş gibi, her baktığım yerde feci bir parazit görüntü vardı.

Böyle 6 ay idare ettikten sonra, camları komple değiştirdim. Zaten numaram da biraz büyümüştü. Yeni camları taktıktan sonra “Hayııııırrr, at sineğini niye öldürdünüüzzz ben at sineğimi isteriiimmmm” diye sızlandığımı hatırlarım.

Sonra yaz geldi, güneş gözlerimi yakıyordu bense numaralı gözlükle dolaşıyordum. Millet D&G, Dior, Chanel gibi gözlüklerle gezerken, ben Levi’s numaralı gözlükle dolanıyordum ortalıkta. Güneşe de alerjim vardı zaten birkaç sene öncesine kadar. Sulanıyordu falan.

Neyse, birkaç sene sonra artık canıma tak etti ve güzel bir gözlükçüye gidip güzel bir güneş gözlüğü almaya karar verdim. Ama bir sorunum vardı: benim gözüm bozuktu yahu. Numarasız güneş gözlüğüyle etrafı nasıl görebilecektim ki? Lanet olsun, nasıl bozuldu bu lanet gözler falan derken, numaralı yaptırmaya karar verdik.

O da gayet güzel oldu hem. Hiç kimse fark etmiyor eheh. Camları biraz kalın ama olsun. Yine de ortalıkta elinde bir bastonla kör misali dolaşmak yerine onları takmak en iyisi sanırım.

Bu yaşımda bile (yaşımı biliyor musunuz bilmiyorum ahaha) bazen dört göz diyen oluyor ama ben yine eski taktiğimi kullanıp, gözlüklerimi çıkarıyorum ve “Bak dört göz değilim, fındıkkıran” diyorum. Sanırım en iyisi.

Ayrıca, gözlüklü olmayı da seviyorum. Boşver tak gitsiiin.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Markette Başınıza Gelebilecekler vol.1

Büyük uğraşlarla nihayet blogun tasarımını değiştirdiğimi müjdelemek isterim. Bu sefer siyah renk hakim oldu. Neyse konumuz bu değil.

Bugün yine markete gittim. Ama bu sefer gözlüksüz veya pejmürde bir halde değildim allahtan. Güzel güzel eşofmanlarımı giymiş, gözlüğümü de gözüme yerleştirmiştim. Bu seferki amacım, küçük şeylerden ziyade, dondurulmuş pizza filan almaktı. Özhan’ın biraz daha büyük versiyonu başka bir markete gidecektim.

Elim de boş ya, böyle bir hafif hissettim kendimi. Çünkü, okula ve dershaneye gittiğimden mutlaka o uğursuz sırt çantasını omzuma takıyorum. Bu sefer özgürdüm yihuu.

Evden çıktım ve dudaklarımı yemeye başladım: Aaah! Ama daha dün yenilenmişti bu deri, ne çabuk çıkmış ki? Maalesef küçüklüğümden gelen bir alışkanlığım, dudak yemek. Böyle canım sıkılsa veya yolda tek başıma yürüsem, ön dişlerim sürekli alt dudağımı kazar. Hal böyle olunca da ortaya garip, dişlek bir görüntü ortaya çıkar.

Markete girer girmez çılgın bir kalabalık karşıladı beni. Hep de bana denk geliyor böyle şeyler, şansıma tüküreyim. Ucuzluk mu varmış neymiş, millet toplamış çoluğu çocuğu doluşmuş markete. Ayrıca o kadar çok gürültü var ki kendi nefes alışımı duyamıyorum o derece. Bir yandan da cırtlak sesli bir görevli bağırıyor:

“Sadece bugüne özel Calgonit bulaşık deterjanı sadece 9.90 TL. Bizi takip etmeye devam edin. İyi alışverişler.”

Ne takip etmesi be, radyo musunuz siz? Neyse ben de zor attım kendimi abur cubur reyonuna. Ama oraları bile tıklım tıklım, ucuzluk varmış. Şimdiii gelelim fasulyenin faydalarınaa:

Kalabalık

Kalabalık her yerdedir ama marketlerde olunca bana bir afakanlar basıyor. Daralıyorum böyle, oraya yığılasım geliyor. Bu market de o kadar kalabalıktı ki, adım atılmıyordu. Gerçi bu ucuzluklar sadece belli saatlerde oluyormuş. Ben de tam o saatlere denk gelmişim yaa of!

Ürünü Satın Alamama

Almak istediğiniz ürünün reyonuna yöneldiğinizde, o kalabalık birden, sanki zihninizi okumuş gibi o reyona saldırır ve siz artık o reyona yaklaşamazsınız bile. Bu yüzden o ürünü unutun ve başka bahara saklayın.

Dedikoduya Maruz Kalma

Eğer annenize deterjan ya da sabun türü şeyler alacaksanız ve o gün, deterjanlarda indirim varsa, yaşlıların muhabbetlerine katlanmak zorunda kalabilirsiniz. Bu muhabbetler de,

“Ay baksana Şaziye karar veremedim, Cif mi iyi yoksa Tomostos mu?” şeklinde veya “Bak bak Aynur, bundan Nejla Hanım da almış, komşum. Ona da Saliha söylemiş, pek güzel yıkıyo bu ilaçlar tabakları” gibi olabilir. Ama bu zararsızdır, sadece gülümsemenize neden olur.

Ve bazen dedikodular, deterjan sohbetinin arasında kaynar:

“Ah bak Saliha dedim de, hiç sevmeyom o kadını. Neler neler dedi bana bir görsen…”

Yanınızdaki Görevli Anons Yaparsa…

Başlıktan da anlaşıldığı gibi, başınızda dikilen görevli, kablosuz mikrofonu çaktırmadan açar ve avazı çıktığı kadar, o cırtlak sesiyle mağazadaki yeni indirimlerden insanları haberdar eder. Fakat birden durursunuz ve “Noluyo lan?” şeklinde kadına bakarsınız. Veya adama. Ama genelde kızlar yapıyor.

Dudak Yeme

Alabildiğiniz kadar ürünü kucağınıza toplamışsınızdır ve en sonunda kasaya ulaşmışsınızdır. Kasa size, cankurtaran gibi gelebilir. Ama başı örtülü şişman bir bayan, sürekli kinder isteyen 5 çocuğunu zapt etmeye çalışmaktadır. Kadın da o kadar çok şey almıştır ki, barkodları okut okut bitmez. Siz de bu sırada dudaklarınızı kanatırcasına koparırsınız. Bazıları tırnak da yiyor ama o iğrenç bence.

Ve kasiyer…

Aldığınız ürünün barkodu, şu kırmızı ışığa tutunca okunmuyorsa, eyvah… Bittiniz. Öyle bir bakış atar ki, “Ne alıyon oğlum bunu sen, manyak mısın nesin dittir git!” diye algılarsınız siz onu. Sonra tırsarsınız ve “Ehe, şey, kalsın o zaman…” gibi şeyler kekelersiniz.

Bir de fikrinizi değiştirin. Eyvah. O zaman da iptal anahtarını soracak etrafa. “MÜJGAN HANIIIIIMMMM! ERKAAANN BEEEEEYYYYYY! İPTAAAAAALLLLL!” Öyle bir bağırıyorlar ki, bazı müşteriler indirim falan sanıp bakabiliyorlar. Tabii kulağınızın da ebesi dıttırılıyor.

Her zaman olduğu gibi, dışarı çıkar çıkmaz koccaman bir “ohhhh” çekiyorsunuz. Sanki az önce 40 km koşmuş beygir gibisiniz. Otobüste bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum.

İşte böylee. Bir de baktım bir pizza bir de kola almışım ala ala. Ama duruuun, daha bitmedi. Şimdilik son, ama markette başınıza gelebileceklerin listesi, bunlarla sınırlı değil. Beni izlemeye devam edin canlar!

15 Şubat 2011 Salı

Otobüste Altın Günü

Bazen düşünüyorum da, otobüs, metro gibi toplu taşıma araçları büyük nimet. Ama bazen kabusa dönüşebiliyor. Mesela geçenlerde, öğlen vakti metrodan inip, hemen ardından otobüse koşturdum. Hava da fena değil yani kış olmasına rağmen, güneşli falan. Güneşin altında uzun süre durun, sıcaklatıyor, ciddiyim.

Neyse kartı falan okuttum, bip bip öttü. Sonra gözlerimi devirerek içeri baktım: Aman Tanrım! Oh may gart! Pardon, gat!

Otobüs tıklım tıklım zaten, genci yaşlısı dışarı fırlamış. Millet kendine tutunacak bir yer bulmaya çalışıyor, bizim akıllı şoför de hala yolcu derdinde. Ben ilerledikçe “bip” sesleri çoğalıyor. Arkama da bakamıyorum ki. Ulan daha ne kadar alacaksın, kucak kucağa mı oturalım?

Boş koltuk yok zaten. Mümkün değil bulamazsınız. Ya koca g.tlü kadınlar, ya bacak kadar veletler ya da camiden dönen amcalar oturmuş. İyi tamam hoş da, niye burası sıcak bu kadar ya?

Zaten üzerimde kalın mont var, hava soğuk diye kalın giyindim. İçimde de kalın kazağımsı bir şey. E kaloriferler de öyle bir yanıyor ki anam, sanırsınız kıyamet koptu, tüm bu insanlarla birlikte mahşer günündesiniz ve cehenneme doğru adım adım gidiyorsunuz. Yani cehennem gibi sıcak, onu demek istiyorum size. Yanıyor yahu, yanıyor.

İnsanlar çoğaldıkça ben de bunalmaya başladım. İki tane hanım hanımcık teyzenin tepesinde dikilmeye başladım. Onların önündeki ikili koltuklarda da yine iki tane teyze vardı. Birliktelermiş meğer.

“Müyesserler nerde?” dedi cam kenarında oturan. Sonra öteki arkasını döndü ve “Amaan otobüslerle gitçeklermiş. Napalım yaaani gelin dedim kaç kere be. Ayşelere uğrayacak herhalde.”

Sonra gülüştüler falan. Ama otobüs hala durduğu yerde duruyordu ve ben hafiften sıcaklamaya başlamıştım. Zaten otobüslerde falan hemen terlerim, bu yüzden montumu hemen çıkartmalıydım ama nasıl? Uff kıpırdamaya veya adım atmaya yer yok ki. Ne biçim bi şöförsün sen bee insafsıızz.

Neyse en sonunda çalıştı otobüs ve birden hızlanıverdi. Ya yavaş gitsene kardeşim, ayakta durabilmek için şekilden şekle giriyorum burada. Teyzeler de tip tip bakıyorlar zaten. Şunlara bak yaa, utanmasalar örgü örecekler.

Canım sıkıldı, şöyle bir etrafıma bakındım vee…. O da ne?! Kapının önü öyle bir dolmuş ki, ama ne doluluk… O nasıl bir kalabalıktır ya?! Abi size yemin ediyorum, hepsi kadın. Çok ciddi ve samimiyim, hepsi kadın. Hepsi de 50lerini geçik. Orada durmuşlar, konuşuyorlar, dedikodu yapıyorlardı. Duyabildiğim kadarıyla, Nermin’in oğlu 2 ay içinde askere gidiyordu. Fakat Fatoş Hanımın kızı da biriyle görüşüyordu –sevgili gibi yani- ama bizimkilere göre kesinlikle evlenmelilerdi. Bir başka grubun konuşması da, oğullarının kötü geçen evlilikleriydi. Tabii bunlar duyduğum kadarıyla.

Hayır o değil de, bu kadınlara özel bir altın günü otobüsü yapılsın. Hatta günden kazandığı altınları buraya bilet niyetine atsın manyaklar. Tamam tüm kadınlar güne gidebilir ama, böyle toplu taşıma araçlarını işgal etmesinler. Yetti be, valla kalabalıkta buharlaşacağım veya birileriyle akraba olacağım birazdan. Of.

Gideceğim durağa yaklaşınca zar zor kendimi kapının önüne attım. Tabii birkaç kadının eteğine basmayı veya başörtüsüne çarpmayı da ihmal etmedim. Ne yapayım ama, çok kalabalık otobüs, elim çarptı yaani.

Otobüsten indim ve temiz havayı içime bool bol çektim. Bu otobüs fikri iyi aslında, yapılsa kesin çok tutar. Bunu bir ara yetkili kişilere bildirmek üzere kafamın içine not ettim.

3 Şubat 2011 Perşembe

Çanlar Defne İçin Çalıyor





Kıpır kıpır bir sunucuyu ve bir oyuncuyu uğurladık bugün sonsuzluğa: Defne Joy Foster. Duygusal yazı yazmayı sevmem ama sabah kızın ölüm haberi bana iğrenç bir sabah geçirtti. Öğlene kadar suratım asık, içim bir buruktu. Tamam ahım şahım hayranı değildim, aşık da değildim. Ama ölüm işte; tanımadığınız birisinin bile ölüm haberini duyduğunuzda tüyleriniz diken diken olabiliyor. Kaldı ki, biz neredeyse Defne’yle büyümüştük. Sihirli Annem’i izlemediğimi söylemeyeceğim şimdi, bal gibi izliyordum küçükken.

Yakınımdan biri ölmüş gibi moralim bozuldu bir anda. Aynı şey Barış Akarsu’da falan da olmuştu. İnsan inanamıyor, hazmedemiyor. Aslında hayat o kadar kısa ki… Her şeyi dolu dolu yaşamak lazım, her şeyin kıymetini bilmek gerek. Defne’ye de çok üzüldüm ama en çok üzüldüğüm, daha iki yaşında annesiz kalan bebeğiydi.

Diyecek pek bir şey yok, özleyeceğiz Defne’yi, ömrü bu kadarmış… Bazen hala inanasım gelmiyor, sanki Defne iki gün sonra o komik haliyle çıkıp “Ahaha kandırdım sizi nasıl da kandınız ama!” dese keşke. Ama maalesef değil… Huzur içinde yatsın.

Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor isimli eserinde yayınlanan, çok sevdiğim şiirsel metnini paylaşmak istedim nedense:

Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; ana karanın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.